4 Temmuz Pazartesi… Neredeyse her günümüz aynı biçimde
başlıyor, aynı biçimde sürüyor, aynı biçimde bitiyor. Sabahları üç aşağı beş
yukarı aynı saatte kahvaltıya iniyoruz. Oldukça büyük aşevinde önce kaşık,
çatal sesleriyle karşılaşıyoruz. Sonrasında ellerinde tabaklarla sürekli
dolaşan insanlar…
Masalarına sürekli yiyecek taşıyanlar… Masaya getirilenleri beğenmeyenler…
Yeni yiyecekler peşinde koşanlar… Siyah naylon torbalara hamur işlerini
dolduran uygar(!) ülke yurttaşları… Bu yemek bolluğunda bile aç kalmaktan
korkan özgüvensizler… Yemeğe, karın doyurmaya odaklı kısır bir yaşamın tutsaklaştırdığı
varsıl ülkelerin yoksul tinli hayaletleri… Dünyadaki yoksullar, açlar için koca
koca söylevler savuran, her gün kilolarca yiyeceği çöpe atarken bir gram üzüntü
duymayan ikiyüzlüler… Bir lokma yiyeceğin üretim aşamasında harcanan emeği bilmeyen
“Paramı verdim ister yerim istersem dökerim.” düşüncesindeki modern çağın kibar
vandalları… Bir tabak çanak şangırtısı içinde çalan batı müziğinin boğukluğunda
ağız şapırtılarını bastıran homurtular, konuşmalar… Karnı doysa gözü doymayan
bir insan güruhu… Meyve sularından bir yudum alıp bardakları masalarda bırakan
doyumsuzlar…. Dünya kapitalizminin tüketmeye yönlendirip koşullandırdığı çağdaş(ı)
dünyanın ilkelleri… Bu ilkelliği çağdaşlık sanıp bu düzene ayak uyduran Asya’nın,
Afrika’nın ezilmiş ülkelerinin yolunu şaşırmışları…
Kahvaltımızı yapıp havuz başındaki yerimizi aldık. Havuza girip
yüzdük. Ardından biraz kitap okudum. Tanıştığım yeni insanlarla söyleştim bir
süre. Her yanda bir devinim…
Koca otelde sonu gelmez kalabalıkta Türk anneleri kolaylıkla
ayırt edebiliyorum. Nasıl mı? Öğün aralarında ve yemeklerde hiç durmadan
ellerinde tabak ve çatalla çocuklarının peşinden koşturanlar, Türk anneleri. Diğer
ulusların annelerinde böyle bir davranış yok! Bu özelliğimizle övünelim mi,
yerinelim mi bilmiyorum. Yemek sırasında sürekli olarak çocuklarına yemesi için
uyarıda bulunanlar da Türk anne ve babaları.
Öğlen yemeğinden sonra Serik’e gitmek için çıktık. Otel çalışanları
olsun, dışarıda rastladığımız kişiler olsun Serik’e nasıl gidileceğini doğru
dürüst bilen yok! Bu durum yalnızca Antalya’nın sorunu değil. Neredeyse
ülkemizin tüm yörelerinde aynı şeyle karşılaşıyoruz. İnsanımız, yaşadığı yeri
bilmiyor, tanımıyor.
Neyse ki şansımızın da yardımıyla bir midibüse attık
kendimizi. Sürücümüz konuşkan birisi. İnsanlara yardımcı olmayı seviyor. Serik
otogarında indik. 7 Temmuz’da Fethiye’ye gideceğiz. Biletlerimizi aldık.
Otogardan çıkıp biraz dolaşalım, dedik. Dolaşmak olanaksız. Çünkü hava çok
sıcak, kaynayan bir buhar kazanının içindeyiz sanki. Kentin girişi iç
karartıcı. Gri bir beton yığını. Ne yazık ki ülkemizin tüm kentleri aşağı
yukarı aynı biçimde yapılaşmakta. Kentlerin kendi iklimlerine, doğasına uygun,
özgün bir mimari planları yok! Yapılaşma, neredeyse her yerde aynı. Bu nedenle
kentlerimiz gözümüze hoş görünmüyor, yaşamımızı da kolaylaştırmıyor. Üstelik
Serik, yeni kentleşen bir yer.
Otogarda ve kentte birkaç kişiyle tanışıp söyleştik. Herkes
dert küpü. Ekonominin bozuk gidişi, insanları kaygılandırmakta. Kentleriyle
ilgili birçok sorunu dile getirmekteler. En çok da yanlış tarım uygulamaları ve
turizmdeki plansızlık.
Serik çevresinde golf sahaları var, bolca sulanan. Güzelim
ovanın bereketli toprakları, birkaç varsılın eğlencesi için heba edilmiş. Torosların
yaşam kaynağı suları, hesap edilmeden harcanmakta.
Antalya yöresi suyun bol olduğu bir yer. Ancak yanlış tarım
uygulamaları ve hesapsız kitapsız turizm yatırımları gelecekte bu güzel yurt
toprağını kuraklığın çoraklığında tutsaklaştırabilir. Başta avakado olmak üzere
çok fazla suya gereksinim duyan ürünlerin yetiştirilmesine ağırlık verilmesi, Torosların
suyunu tüketmekte, toprağı verimsizleştirmekte. Bu nedenle bu bölgenin tarımında
iklime uygun meyve ve sebzelerin seçilmesinde yarar var. Konya Ovasındaki
obrukların oluşmasında Antalya’daki aşırı su tüketiminin payı olup olmadığı
araştırılmalı.
Serik’ten dönüşümüz kolay oldu. Güler yüzlü, havası gibi
sıcak ancak insanı terletmeyen bir sürücüye denk geldik. Söyleştik biraz. Atacan’dan,(11)
para almadı. Söyleşimizin asıl kahramanı Atacan’dı bu arada. Yol bitince güzel
söyleşimiz yarım kaldı. Kim bilir belki bir gün yine karşılaşırız. Atalarımız “Dünya
küçük” sözünü boşuna söylememişler.
Otele döndük. Çok yürümemiştik, ama bitkin ve yorgunduk. Bu durum,
bunaltıcı sıcaktan olmalı. Otelin serin bir köşesinde dinlenmeye çekildim bir
süre. Bu arada Atacan çoktan havuzdaki yerini almıştı bile.
Akşama doğru havuz başında kitap okumayı sürdürdüm. Ancak
suya atlayan birinin sıçrattığı damlalar, kitabı mı ıslattı. Bu, okumama engel.
Sayfalar yırtılabilir. Kitabı güneşe bırakıp kurttum. Demek ki aşırı güneşin
böyle güzel yanları da varmış.
Gecenin sıcak serinliğinde aylakça zaman geçirdim. El ayak çekilince
ben de odamın yolunu tuttum. Yapacak bir şey mi var?
Adil
Hacıömeroğlu
18
Temmuz 2022
Turizm, bir plan dahilinde yeni baştan yapılandırılmalı. Bölge, insanıyla coğrafyasıyla, suyuyla, canlılarıyla turizme değil; turizm bölgeye hizmet etmeli. Gelin görün ki, Özal kafasıyla işleyen turizm böyle bir dönüşüme engel oluşturuyor. Amaç iki tane sermayedarın daha çok kâr etmesi çünkü.
YanıtlaSilSeriği çok merak ederdim. Bir asker arkadaşım vardı, Serikli. Elma bahçelerinden, yaylaların güzelliğinden söz etmişti. 35 yıl öncede kalsada adını duydukça hep bu aklıma gelirdi. Çağdaş yabanilik anlaşılan düşlerimi görme şansım olmadan çaldı. Acı bir durum ama öğrenmek iyi oldu. Selamlar saygılar Hocam
YanıtlaSil