SERİK’E GİDİŞ (Dinlence Yazıları 6)

 

        4 Temmuz Pazartesi… Neredeyse her günümüz aynı biçimde başlıyor, aynı biçimde sürüyor, aynı biçimde bitiyor. Sabahları üç aşağı beş yukarı aynı saatte kahvaltıya iniyoruz. Oldukça büyük aşevinde önce kaşık, çatal sesleriyle karşılaşıyoruz. Sonrasında ellerinde tabaklarla sürekli dolaşan insanlar…

        Masalarına sürekli yiyecek taşıyanlar… Masaya getirilenleri beğenmeyenler… Yeni yiyecekler peşinde koşanlar… Siyah naylon torbalara hamur işlerini dolduran uygar(!) ülke yurttaşları… Bu yemek bolluğunda bile aç kalmaktan korkan özgüvensizler… Yemeğe, karın doyurmaya odaklı kısır bir yaşamın tutsaklaştırdığı varsıl ülkelerin yoksul tinli hayaletleri… Dünyadaki yoksullar, açlar için koca koca söylevler savuran, her gün kilolarca yiyeceği çöpe atarken bir gram üzüntü duymayan ikiyüzlüler… Bir lokma yiyeceğin üretim aşamasında harcanan emeği bilmeyen “Paramı verdim ister yerim istersem dökerim.” düşüncesindeki modern çağın kibar vandalları… Bir tabak çanak şangırtısı içinde çalan batı müziğinin boğukluğunda ağız şapırtılarını bastıran homurtular, konuşmalar… Karnı doysa gözü doymayan bir insan güruhu… Meyve sularından bir yudum alıp bardakları masalarda bırakan doyumsuzlar…. Dünya kapitalizminin tüketmeye yönlendirip koşullandırdığı çağdaş(ı) dünyanın ilkelleri… Bu ilkelliği çağdaşlık sanıp bu düzene ayak uyduran Asya’nın, Afrika’nın ezilmiş ülkelerinin yolunu şaşırmışları…

        Kahvaltımızı yapıp havuz başındaki yerimizi aldık. Havuza girip yüzdük. Ardından biraz kitap okudum. Tanıştığım yeni insanlarla söyleştim bir süre. Her yanda bir devinim…

        Koca otelde sonu gelmez kalabalıkta Türk anneleri kolaylıkla ayırt edebiliyorum. Nasıl mı? Öğün aralarında ve yemeklerde hiç durmadan ellerinde tabak ve çatalla çocuklarının peşinden koşturanlar, Türk anneleri. Diğer ulusların annelerinde böyle bir davranış yok! Bu özelliğimizle övünelim mi, yerinelim mi bilmiyorum. Yemek sırasında sürekli olarak çocuklarına yemesi için uyarıda bulunanlar da Türk anne ve babaları.

        Öğlen yemeğinden sonra Serik’e gitmek için çıktık. Otel çalışanları olsun, dışarıda rastladığımız kişiler olsun Serik’e nasıl gidileceğini doğru dürüst bilen yok! Bu durum yalnızca Antalya’nın sorunu değil. Neredeyse ülkemizin tüm yörelerinde aynı şeyle karşılaşıyoruz. İnsanımız, yaşadığı yeri bilmiyor, tanımıyor.

        Neyse ki şansımızın da yardımıyla bir midibüse attık kendimizi. Sürücümüz konuşkan birisi. İnsanlara yardımcı olmayı seviyor. Serik otogarında indik. 7 Temmuz’da Fethiye’ye gideceğiz. Biletlerimizi aldık. Otogardan çıkıp biraz dolaşalım, dedik. Dolaşmak olanaksız. Çünkü hava çok sıcak, kaynayan bir buhar kazanının içindeyiz sanki. Kentin girişi iç karartıcı. Gri bir beton yığını. Ne yazık ki ülkemizin tüm kentleri aşağı yukarı aynı biçimde yapılaşmakta. Kentlerin kendi iklimlerine, doğasına uygun, özgün bir mimari planları yok! Yapılaşma, neredeyse her yerde aynı. Bu nedenle kentlerimiz gözümüze hoş görünmüyor, yaşamımızı da kolaylaştırmıyor. Üstelik Serik, yeni kentleşen bir yer.

        Otogarda ve kentte birkaç kişiyle tanışıp söyleştik. Herkes dert küpü. Ekonominin bozuk gidişi, insanları kaygılandırmakta. Kentleriyle ilgili birçok sorunu dile getirmekteler. En çok da yanlış tarım uygulamaları ve turizmdeki plansızlık.

        Serik çevresinde golf sahaları var, bolca sulanan. Güzelim ovanın bereketli toprakları, birkaç varsılın eğlencesi için heba edilmiş. Torosların yaşam kaynağı suları, hesap edilmeden harcanmakta.

        Antalya yöresi suyun bol olduğu bir yer. Ancak yanlış tarım uygulamaları ve hesapsız kitapsız turizm yatırımları gelecekte bu güzel yurt toprağını kuraklığın çoraklığında tutsaklaştırabilir. Başta avakado olmak üzere çok fazla suya gereksinim duyan ürünlerin yetiştirilmesine ağırlık verilmesi, Torosların suyunu tüketmekte, toprağı verimsizleştirmekte. Bu nedenle bu bölgenin tarımında iklime uygun meyve ve sebzelerin seçilmesinde yarar var. Konya Ovasındaki obrukların oluşmasında Antalya’daki aşırı su tüketiminin payı olup olmadığı araştırılmalı.

        Serik’ten dönüşümüz kolay oldu. Güler yüzlü, havası gibi sıcak ancak insanı terletmeyen bir sürücüye denk geldik. Söyleştik biraz. Atacan’dan,(11) para almadı. Söyleşimizin asıl kahramanı Atacan’dı bu arada. Yol bitince güzel söyleşimiz yarım kaldı. Kim bilir belki bir gün yine karşılaşırız. Atalarımız “Dünya küçük” sözünü boşuna söylememişler.

        Otele döndük. Çok yürümemiştik, ama bitkin ve yorgunduk. Bu durum, bunaltıcı sıcaktan olmalı. Otelin serin bir köşesinde dinlenmeye çekildim bir süre. Bu arada Atacan çoktan havuzdaki yerini almıştı bile.

        Akşama doğru havuz başında kitap okumayı sürdürdüm. Ancak suya atlayan birinin sıçrattığı damlalar, kitabı mı ıslattı. Bu, okumama engel. Sayfalar yırtılabilir. Kitabı güneşe bırakıp kurttum. Demek ki aşırı güneşin böyle güzel yanları da varmış.

        Gecenin sıcak serinliğinde aylakça zaman geçirdim. El ayak çekilince ben de odamın yolunu tuttum. Yapacak bir şey mi var?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               18 Temmuz 2022

       

 

       

2 yorum:

  1. Turizm, bir plan dahilinde yeni baştan yapılandırılmalı. Bölge, insanıyla coğrafyasıyla, suyuyla, canlılarıyla turizme değil; turizm bölgeye hizmet etmeli. Gelin görün ki, Özal kafasıyla işleyen turizm böyle bir dönüşüme engel oluşturuyor. Amaç iki tane sermayedarın daha çok kâr etmesi çünkü.

    YanıtlaSil
  2. Seriği çok merak ederdim. Bir asker arkadaşım vardı, Serikli. Elma bahçelerinden, yaylaların güzelliğinden söz etmişti. 35 yıl öncede kalsada adını duydukça hep bu aklıma gelirdi. Çağdaş yabanilik anlaşılan düşlerimi görme şansım olmadan çaldı. Acı bir durum ama öğrenmek iyi oldu. Selamlar saygılar Hocam

    YanıtlaSil