TARİHİN EN BÜYÜK KUŞAK ÇATIŞMASI


Ulusal varlığımızın başlangıcından bugüne dek yaşadığımız süreç içinde en büyük kuşak çatışmasıyla karşı karşıyayız. En son bu durum, ünlü bir mankenin on beş yaşındaki kızıyla yaşadığı olayla gündeme geldi. Sanmayın ki bu, yalnızca manken ve ailesine özgü tekil bir olay. Her gün binlerce ailede benzer çatışmalar yaşanmakta çocukla anne ve babalar arasında.

Hangi toplum olursa olsun kesinlikle kuşak çatışmaları yaşanır. Zaten kuşaklar arası çatışma olmadığında toplum da uygarlık da ilerleyemez. Her alandaki ilerleme ve olumlu yöndeki değişimler, toplumun kendi içindeki çelişkilerin çözümüyle olur. Bu çelişkiler de genellikle kuşaklar arasında görülür. Eski kuşakların, gençler için yoldan çıktıklarını söylemeleri tarih boyunca işitilmiştir. Bu da yakınılacak bir konu değil, tarihsel süreç içinde toplumlarda görülmesi gereken bir durum. Bu konuyu diyalektik bir düşünce yöntemiyle açıklarsak karşıtların birliği ilkesinin zorunluluğu olduğunu söyleyebiliriz.

Neden tarihimizin en büyük kuşak çatışması? İnternetin yaşamımızın orta yerinde olması, sosyal medyanın toplumların gidişini, düşünüşünü, karar verişini doğrudan etkilemesi, sosyal medya ve diğer internete bağlı araçlarla insanların yönlendirilmesi bu kuşak çatışmasının ne denli derin olduğunun önemli bir göstergesi.

Çocukların ve gençlerin yüzde doksanının elinde telefon var gün boyunca. Sürekli gözleri telefonda. Yolda yürürken önlerine bile bakmıyorlar. Çevrelerinde ne olup bittiğinin farkında bile değiller. Ekranda gördüklerinin dışında hiçbir şeye ilgileri yok sayılır. Yemeğe oturduklarında gözleri yine ekrana kilitli. Ne yediklerini bildiklerini de sanmıyorum. Bu nedenle daha çok ekmek içine konan yiyecekleri yeğlemekteler. Sulu yemek yeme alışkanlıkları yok neredeyse. Geleneksel Türk yemekleri, ekran bağımlılığı yüzünden tarihe karışabilir.

Çocuklar ve gençler, eve geldiklerinde kimseyle konuşmamaktalar neredeyse. Gözleri ekranda hep… Bu gidişle konuşmayı unutacaklar. Kitap okumayı, yazı yazmayı hiç sevmiyorlar. Oyunların içeriklerini anne ve babalar bilmemekte genellikle. Oyun dışında ne yaptıklarından haberi olan anne ve baba çok az. Günümüz anne ve babalarının çoğunda çocuklarına karşı bir ilgi yitimi söz konusu.

Telefon ve tablet, ailelerce denetlenmesi zor bir alan. Çocukların çoğu, gözlerini ayırmadıkları ekranları, aile üyelerinin görmesini istememekteler. Bu gizleme tutumu, çocuk ve gençlerin ekranda büyüklerinin görmemesi gereken bir şey yaptıklarının belirtisi olabilir.

Ne yazık ki çocuk ve gençlerin ekranda oynadıkları oyunlar, izledikleri filmler dünyada bir merkezden yönetilip yönlendirmekte. Bu merkezin de emperyalistlerce oluşturulduğu tartışma götürmez. Oyunlar ve filmlerle çocukların yönlendirilmediği söylenemez. Çocukların aşırı derecede ilgisini çeken film ve oyunlarda küresel algılar oluşturmak söz konusu. Bu yolla onlarda kendi çıkarlarına uygun bir bilinç, düşünce, davranış oluşumu kolaylıkla sağlanabilir. Onları, küçük yaşta düşünsel, davranışsal koşullandırmalarla kendi tarihsel köklerinden, kültürlerinden, dillerinden, en kötüsü de ailelerinden koparmak olanaklı. Emperyalist güçlerin oyunlar ve filmler aracılığıyla bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çocuklar üzerinden güç devşirmelerinin yolu açılabilir. Bu nedenle zamanla bu konuda Türkiye’de başka ülkeler de ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalabilir.

İşte, çocukların tutsağı olduğu sanal merkezler emperyalistlerce denetlenip yönlendirildiği için bu kuşaklar arası çatışma, tarihimizin en büyüğü ve tehlikelisidir. Bu nedenle ulusal bir sorun olma durumundadır.

Ekran bağımlılığı olan çocukların, gençlerin sevinç, mutluluk, şaşkınlık ve üzüntülerini belirtmeleri değişiklik göstermekte toplumumuzda. Bu durum karşısında yaptıkları el hareketleri, mimikler, kullandıkları sözcükler Amerikalılar gibi.

Ünlü mankenimizin kızıyla yaşadığı kavganın benzerleri çokça yaşanmakta birçok ailede. Bu kavgalar yüzünden çocukla anne ve baba ilişkilerinde büyük kopuşlar yaşanmakta. Bu kopuşları onarmak çok zor. Konu, giderek derinleşip ulusal bir sorun durumuna gelmekte.

Sanal bağımlılığı olan çocuk ve gençlerin en göze çarpan özelliklerinden biri, duygusal tepkilerinin zayıflığı. Anne, baba, kardeş, arkadaş ya da herhangi bir yakını üzüldüğünde, acı çektiğinde çoğu bu konudan etkilenmemekte. Bu duruma karşı duyarsız ve kayıtsız davranmakta. Birçok olaya karşı vurdumduymazlıkları söz konusu. Anne ya da babasıyla tartıştığında geri çekilmiyor asla. Annesi ya da babası bu bağımlılık yüzünden üzüldüğünde umurunda olmuyor. Bunda oyunlardaki sürekli kazanma isteğinin körüklenmesi önemli rol oynamakta. Ne yap et kazan! Çünkü aile üyeleriyle yaptığı tartışmalarda bile kazanması gerek üste çıkarak. Bu nedenle eleştirilere kulak asmamayı bir yengi olarak düşünmekte bağımlı çocuk. Sürekli kazanma isteği, altta kalanın canı çıksın, düşüncesini de egemen kılmakta ona. Yenildiklerinde ya da yitirdiklerinde bunu kabullenmeleri güç oluyor. Bu durum karşısında da hırçınlık baş göstermekte.

Duygusal dünyaları zayıflayan sanal bağımlıların şıpsevdi olmaları da olağan.

Sanal bağımlılık çocukları, gerçekçilikten, doğadan, günlük yaşamdan koparmakta. Bu nedenle günlük yaşamda birçok şeyin değerini bilmemekteler. Doğayla ilişkileri giderek zayıflamakta. Sanal dünyanın bağımlılık yaratan ışıltısı, gerçekçiliğe üstün gelmekte. Bu nedenle gerçekçi davranmak onlar için epeyce zor.

Çocukları sanal bağımlılıktan kurtarmak, yalnızca ailelerin gücüyle olacak bir iş değil. Bu nedenle ülkemizde konuyla ilgili tüm kurum ve kişiler işbirliği yapmalı. Bu önemli sorunu, toplum olarak çözmek zorundayız. Yoksa toplumumuzun geleceği olumsuz yönde umulmadık bir biçimde etkilenir. Çocuklar hepimizin… Ülkemiz de hepimizin… Hepimizin olan şeyleri korumak için hepimizin gücüne gereksinim var.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Mayıs 2024

KENDİ YAPTIKLARINA MUHALİF BİR CUMHURBAŞKANI


Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ve partisi iktidarlarının 21. yılını tamamladı. Sanki 21 yıldır iktidar değilmiş de muhalefetmiş gibi kendi yaptıklarından yakınmakta Erdoğan. Oysa sorunu yaratıp büyüten kendi uygulamaları, politikaları ve izlediği yol.

Cumhurbaşkanı 29 Mayıs 2024 günü partisinin grup toplantısında konuştu. Konuşmasında, uzun uzun İstanbul’un fethinden söz etti sanki fethi kendisi yapmış gibi. Konuşmasına genellikle söylenceler egemen fetihle ilgili. Oysa Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinde o dönemin en ileri teknolojisini kullandı. Çağın önünde, bilimi kılavuz edinen bir Fatih görüyoruz İstanbul surları önünde. Yedi yabancı dil bildiği söylenen bir Sultan. Usu, bilgisi, düşünüşü, bakış açısıyla çok farklı, ileri görüşlü bir devlet adamı. Söylenceler yerine, Fatih’in bu yönleri anlatılmalı ki genç kuşaklar onu örnek alsın.

         Erdoğan’ın konuşmasında bizi ilgilendiren bölüm, başıboş köpeklerle ilgili söyledikleri. Ülkemizde dört milyon civarında başıboş köpek olduğunu belirtti konuşmasında. Peki, iktidarda 21 yılını dolduran AKP, başıboş köpek sayısı çığ gibi büyürken ne yaptı? Üstelik yıllarca ülkemiz belediyelerinin birçoğu da AKP yönetimindeydi. Demek ki sorunu yaratıp zamanında çözüm bulup önlem alamayan Erdoğan ve partisi. Öyle bir anlatıyor ki sanki başıboş köpekler uzaydan bir anda gelmiş de Erdoğan’ın haberi yeni olmuş bu durumdan.

         “Son 20 yılda, 4 milyonu aşkın kuduz riskli temas, 30 kuduz vakası tespit edildi. 2018-2022 yılları arasında kuduz riskli temas sayısı ortalama 260 bin iken, 2023 yılında bu sayı 438 bine yükseldi. Yine son beş yılda hayvana çarpma şeklinde 3 bin 534 trafik kazası, 55 ölüm, 5 bin 147 yaralanma vakası gerçekleşti. (www.akparti.org.tr)” İnsanların canlarını bu denli tehlikeye düşüren, anlatılan olaylar ne zaman olmuş? Tayyip Bey’in iktidarı zamanında… Tayyip Bey ve AKP, ne yapmış? İzlemişler yalnızca.

         “Ankara Keçiören’de Tunahan çocuğumuz köpekler tarafından parçalandı. Antalya Serik’te Mahra kızımız köpek saldırısından kaçarken kamyonun altında kaldı ve hayatını kaybetti. Bitlis Adilcevaz’da 10 yaşındaki Mustafa evladımız kuduza bağlı olarak maalesef acılar içinde can verdi. Muş’ta 79 yaşındaki Medine teyzemiz yine köpekler tarafından yaralandı. Daha çok sayıda böyle örnek var.” Bütün bunlar olurken, insanlar sokak köpeklerince parçalanıp öldürülürken, Küçük Mustafa kuduzdan can verirken, çocuklar okullarına gidemezken, evcil hayvanlar sürüleşerek vahşileşen köpeklerce paramparça edilirken, insanlar sokağa çıkamazken iktidarda kim vardı, Türkiye’yi kimler yönetiyordu?

         Sorunları görmezden gelip biriktir, sonra da işin içinden çıkılmaz bir duruma gelsin senin biriktirdiğin sorunlar, sen de kalk; bu durumdan yakın… Ne güzel dünya, ne güzel siyaset, ne âlâ iktidar…

Ayasofya’da meleklerin cinsiyetini tartışan sözde muhalefet partileri yıllardır gözlerini kapayıp kulaklarını tıkayarak dillerini bağlasınlar. Hatta başıboş köpek sorunu ortaya çıkınca meleklerin cinsiyetlerini tartışmaya biraz ara verip hayvan hakları savunucusu kesilsinler halkın çığlıklarını işitmeden. Eee, muhalefet bunları söylemeyince de iş Erdoğan’a düşüyor. Kendisinin önlem almayıp büyüttüğü bir soruna, yine kendisi muhalefet ediyor.

         AKP ve Erdoğan’ın alışılagelen tavrıdır bu kendi yaptıkları uygulamalardan bile mağduriyet çıkarmak. Çünkü mağduriyet söylemleriyle iktidara yürüdüler. Mağduriyet söylemleriyle iktidarlarını sürdürdüler bunca yıl. Şimdi yine sarıldıkları kupkuru AKP ağacının mağduriyet dalı. Biraz sarsılsa kırılıverecek o kupkuru dal.

         Sanmayın ki AKP, yalnızca sokak köpekleri konusunda mağduru oynuyor. Yıllardır yönettikleri ekonomiyi bozan, halkı yoksullaştıran, devlet kaynaklarını çarçur eden onlar… Sonrasında yine kendi yarattıkları olumsuzluktan mağduriyet çıkaran da onlar… Ülkemizdeki neredeyse sorunlarının hepsinde Erdoğan ve AKP parmağı var. Nedense bu sorunların hepsinden mağdur olan da AKP ve Erdoğan. Nasıl oluyor, demeyin; oluyor işte…

         Türk eğitim sistemini Arap saçına döndüren Erdoğan’ın bakanları… Yirmi bir yıl sonra müfredat değişikliği yapıyoruz, diye ortaya çıkanlar da onlar. Nasıl bir iş ki, senin yaptıklarını sen bile onaramayıp düzeltemiyorsun. Bozduklarını düzeltmek için bile halktan alkış, aferin bekliyorsun.

         AKP ve Erdoğan, 21 yıldır şark kurnazlığının nasıl yapılacağının dersini vermekteler. TBMM’deki muhalefet partileri de şark kurnazlığına nasıl çanak tutulacağını öğretmekteler halka. Tabi ki anlayan anlar bu yapılanları.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            30 Mayıs 2024

ÜMİT ÖZDAĞ DA MI DEMLENMİŞ?


CHP’nin önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, KRT Televizyonuna açıklamalarda bulunmuş. Öyle görünüyor ki Kılıçdaroğlu’nun yeniden genel başkan olma isteği atarak sürmekte. Kurultayda yitirdiği seçimi içine sindirememiş. Bu da demokrasiyi içselleştiremediğini, demokratik olgunluğunun olmadığını göstermekte.

Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında ilgimi çeken en önemli nokta ise içinde bir kin ve intikam duygusunun olduğudur. Çünkü eleştirmiyor, suçluyor. Yapılan yanlışlarda sorumluluğu üstlenmiyor, hep arkadaşlarına yüklüyor sorumlulukları da suçu da. O zaman sormazlar mı adama: Sen ne iş yapıyordun bu yanlışlar yapılırken? Karşıtlarına ideolojik düzlemde bir eleştiride bulunmuyor. Bu nedenle söyledikleri, biraz da dedikodu.

Dersimli Kemal’in Şeyh Sait’e, Seyit Rıza’ya, PKK/DEM’e ilgisini, sevgisini, saygısını ve eğilimini biliriz. Selahattin Demirtaş sevgisi ise sınır tanımaz. Demirtaş, Osman Kavala, Nazlı Ilıcak ve Altan kardeşler söz konusu olduğunda içindeki derin demokrasi sevisi ortaya çıkar. Olağan durumlarda ise demokrasi sevisi küllenir. CHP’yi nasıl adım adım Atatürk karşıtı bir çizgiye getirdiğinin de tanığıyız.

Kılıçdaroğlu’nun arada sırada konuşmasında yarar var. Her konuşmasıyla kamuoyu, onu daha iyi tanımakta. Her açıklamasında gizli saklı bazı şeyleri ortaya sermekte.

Kemal Bey, sözünü ettiğimiz açıklamasında Ümit Özdağ ile imzaladığı protokolden söz etti. İyi ki de konuşmuş.

“Zafer Partisi ile protokol imzaladık. O protokolde çok önemli bir şey var. ‘Belediye başkanlarını mahkeme kararı olmadan kayyum atanmasının doğru olmadığı ve önüne geçileceği’ yazılı. Zafer Partisi’nin Genel Başkanı buna imza attı. Bunu kimse konuşmuyor. Herkes kendi kafasına göre ‘Ben Kılıçdaroğlu’nu nasıl eleştireceğim, nereden tutmalıyım ve nasıl eleştirmeliyim’ havasına girdiler.” demekte Kılıçdaroğlu. Hazret, cumhurbaşkanı seçilecek, ancak asıl derdi PKK/DEM’li belediyeleri kurtarmak.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’la yaptığı protokolle DEM’li belediyelerin PKK’ya yardım ve yataklık etmesi karşısında devletin sessiz kalmasını sağlamaya çalışmakta. Kendi milliyetçiliğine toz kondurmayan Özdağ da Kılıçdaroğlu’yla bu konuda aynı düşünüyor.

Özdağ, sığınmacı karşıtlığıyla kendince bir milliyetçilik oluşturdu. Sığınmacılar konusunda kışkırtıcı konuşmalarıyla kamuoyunun ilgisini çekti. Birtakım sivri sözlerle çok keskin, aşırı milliyetçi olduğuna halkı inandırmaya çalıştı. Meğer bu keskin sığınmacı söylemleriyle protokoldeki DEM’li belediyelerin korumacılığı imzasını örtmeye çalışmış Ümit Bey. Gariban sığınmacıya karşı olacaksın, ancak güvenlik güçlerimizi şehit edilmesine yardım eden PKK’lı belediye başkanlarının koltuklarında oturmasını garanti altına alacaksın. Bu nasıl milliyetçilik böyle?

Suriye’ye, Suriyelilere ağzına geleni söyleyeceksin; ancak dünyayı kana bulayan ABD-İsrail’e ağzını açmayacaksın.

Ülkemize sığınan Afganlılara (Ki bu kişilerin önemli bir bölümü Türkmen ve Özbek kökenli) olmadık sözler söyleyip senaryolar üreteceksin, ancak Afganistan’ı taş devrine döndüren ABD’ye bir çift sözün olmayacak. Bunun adı da milliyetçilik olacak öyle mi?

Konuş Kemal Bey, konuş; takke düşüyor kel görünüyor.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Mayıs 2024

FİLİSTİN İÇİN DÜNYA AYAKTA, YA SİZ?


7 Ekim 2023 gününden beri dünya ayağa kalktı Filistinlilere uygulanan soykırım karşısında. Filistinliler, Gazze’de olağanüstü dayanma iradesi, dillere destan bir direniş göstermekte. Dünyanın neresinde olursa olsun her insanın saygı duyması gereken bir direniş. Bu direniş, silahsız bir halkın bugüne dek dünya yüzüne gelmiş en aktöresiz ordusuna karşı duruşu, yaşama tutunma savaşı.

İsrail yönetiminin Filistinlilere uyguladığı insanlık dışı soykırıma baştan beri Yahudilerin önemli bir kısmı karşı. Bu nedenle neredeyse her gün İsrail sokaklarında Netanyahu hükümetine karşı sesler yükselmekte. Özellikle ABD’de yaşayan Yahudiler, soykırıma taraf olmadıklarını haykırmaktalar.

ABD ve birçok batı ülkelerinde üniversiteler ayağa kalktı. Öğrenciler, onlara destek veren öğretim üyeleri orantısız bir şiddetle karşılaştılar. Bazı öğretim üyeleri işten atıldı. Kimi öğrencilerin okullarıyla ilişikleri kesildi. Kimi öğrencilere hak ettikleri diplomaları verilmedi. Bütün bunlar, batı emperyalizminin bin kez düşen demokrasi, insan hakları maskesini bir kez daha düşürdü. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerikan üniversitelerinden kovulan öğretim üyelerini ülkemize çağırmalı, tıpkı Atatürk’ün Hitler’den kaçan bilimadamlarına Türkiye’nin kapılarını açması gibi.

Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail’i Uluslararası Ceza Mahkemesine şikâyet etti. Mahkemede her şey soykırımcıların aleyhine. En son İspanya, İrlanda ve Norveç olmak üzere birçok ülke Filistin’i tanıma yarışında. Birçok ülke İsrail’le diplomatik ilişkilerini kesmekte. Dünya, İsrail’i ve saldırganlığını dışlamakta. Arkasındaki güç ise başta ABD olmak üzere, birkaç batılı emperyalist.

Ne yazık ki AKP hükümeti yaklaşık yedi aydır İsrail’le sürdürdüğü ticareti Türk kamuoyunun baskısıyla sonunda kesti. Erdoğan, dokuz milyar dolarlık ticaretten vazgeçtiklerini açıkladı. Ancak yedi ay boyunca Filistin’e ölüm kusan İsrail’le bu ticaretin niye bunca zamandır sürdürüldüğü konusunda bir açıklamada bulunmadı.

İsrail’in silahsız Filistinlilere uyguladığı soykırıma, futbol sahalarından da tepkiler geldi. Birçok maçta hem futbolcular hem de izleyiciler İsrail’i protesto ettiler. Nedense ülkemizde İsrail’in bu insanlık dışı soykırımına karşı en küçük karşı çıkış olmadı. En son karşı çıkışı Şili’de gördük.

Şili’nin en güçlü takımlarından biri olan Palestino’dan geldi anlamlı protesto. Palestino, Şili’ye göç eden genellikle Hıristiyan Filistinlilerin kurduğu bir takım. Son maçlarına çıkarken soykırıma karşı çıktılar zekice. Dünyanın neredeyse her yerinde karşılaşma için sahaya çıkan takımlar, yanlarında karşı takımın formasını giyen çocukların ellerinden tutarak çıkmaktalar yeşilcimler üzerine. Palestinolu futbolcular, sahaya çıkarken elleri havada ve boş. Çünkü ellerini tutacakları Filistinli çocuklar İsrail bombalarıyla toprağın altına göçmüş çoktan. Sahanın ortasına gelen oyuncular, çıkardıkları eşofmanlarını ellerinden tuttukları çocuklar üşümesin diye üstlerine bırakıyorlar. Çocuklar, Siyonistlerce yok edildiğinden üst eşofmanlar yeşil çimlere düşüyor. Bu anlamlı, us dolu protesto çok etkileyici. Bu arada Şili’de, sonbaharın son günleri yaşanmakta olduğunu söyleyelim. Bu nedenle de havalar oldukça soğuk…

Ya siz… Ey Araplar, ey Müslümanlar sizler kuru, basmakalıp sözlerden öte ne yaptınız? Filistin’in hangi yarasına merhem oldunuz? Hepinizi toplasak bir Güney Afrika Cumhuriyeti etmediğinizin farkında mısınız? Dünyada Filistin için yapılanları gördükçe yüzünüz de mi kızarmıyor?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Mayıs 2024


ZEKİ BİR ÇOCUK, NASIL APTALLAŞTIRILIR?


Çocukların çoğu doğuştan çok zekidir. İçleri, öğrenme isteğiyle dolup taşar. Çevrelerinde gördükleri her şeye karşı ilgilidirler. Çevresindeki varlıkları tanıdıkça tanıma istekleri artar. Onların niteliklerini öğrendikçe mutlu olurlar. Daha çok öğrenmek için can atarlar. Zekâlarındaki parıltıları, öğrenmedeki sonsuz istekleri büyüklerin ilgisini çeker.

Çocuk, büyüdükçe çevresinde birçok olumsuzlukla karşılaşır. Bu olumsuzluklar, giderek onu kırıp dökmeye başlar. O kırıp döküldükçe zekâsındaki parıltı solmaya, öğrenme isteği sönmeye başlar. Bu gerilemeyi, önce anne ve baba fark eder. Çocuktaki öğrenme isteğinin azalmasına, zekâ parıltılarının giderek ortadan kalktığına bir anlam veremez anne ve baba. Çocuğa bir şeyler olduğunu anlarlar, fakat bunun nedenini bir türlü bulamazlar. Aslında bu konuyla ilgili çok da kafa yormaz aile.

Birçok ailede çocuk doğduktan sonra bilerek ya da bilmeyerek birçok yanlış yapılır. Bu yanlışlar birikerek çocuğun öğrenme isteğini, yaşama ve olaylara bakış açısını olumsuz yönde etkiler. Bu olumsuzlukların ortaya çıkmasında öğretmenlerin ve çocuğun çevresinde ilişkide bulunduğu diğer kişilerin de etkisinin olduğu yadsınamaz. Aslında bir çocuğun zekâsı, yaşamına giren başta ailesi olmak üzere birçok kişice elbirliğiyle geriletilir.

Küçük yaştaki çocuklara kitap okuma alışkanlığını veremiyor ailelerin çoğu. Ne yazık ki bu alışkanlığı edindirmede okullarımız da yeterli başarıyı gösteremiyor. Okumayan kişinin belleği gelişmiyor. Sözcük dağarcığı yerinde sayıyor. Oysa ne denli çok sözcük öğrenirsek o oranda varlıklar, eylemler, olaylar, durumlar arasında ilişki kurarız. Okumayan kişilerin neden sonuç ilişkisi kurarak çözümleyici düşünmesi olanaksız. Bu nedenle okumayan çocuğun zamanla özgün düşünceler üretmesi, geleceğe ve yaşama dair düşler kurması, önüne çıkan soru-unları çözmesi düşünülemez. Okuma alışkanlığı olmayan anne ve babalar, okumayı sevdiremiyorlar çocuklarına. Ne yazık ki birçok anne ve baba çocuklarına okuma konusunda doğru örnek olamıyor.

Çocukların çoğu sağlıksız beslenmekte. Hazır ve kolay yiyecekler, insan beyninin en büyük düşmanı. Tencere yemekleri dediğimiz mevsimine göre pişirilen sebze, bakliyat ve et yemekleri neredeyse unutuldu. Birçok evde tencereler çok seyrek kaynıyor. Televizyon ve sosyal medya reklamlarında görülen un ve şeker içerikli yemekler çocukların ilgisini çekmekte. Üstelik bu tür yemeklere ulaşmak, satın almak da kolay. Bunları ucuz ve kolay ulaşılır yapan tahıllardan yapılan yiyecekler olması. Tahıllara dayalı bir beslenme biçimi eğinsel sağlığı bozduğu gibi zekâ gelişimine de büyük zararlar vermekte.

Çocuklara küçük yaştan başlayarak spor yapma alışkanlığı verilmeli. Spor eğinsel gelişimi olumlu yönde geliştirdiği gibi beyinsel gelişimi de olumlu yönde etkiler. Spor çabuk düşünüp karar verme, özgüven kazanma, işbirliği yapma, yardımlaşma, üretken olma, yaşam disiplini sağlama gibi birçok yararlı alışkanlığın edinilmesinin yolunu açar. Birçok aile, sporu gereksiz zaman geçirme olarak algılamakta. Bu ise çocuklarının zihinsel gelişimine onulmaz zararlar vermekte.

Çocuk gelişiminde en çok dikkat edilecek konu, uyku… Uyku düzensizlikleri hem eğinsel hem de tinsel gelişimi olumsuz yönde etkiler. Az ya da çok uyumak büyük sorunlar yaratır çocuklarda. Zamanında uyumayan, uykusunu alamayan çocukların gelişimi, olması gereken biçimde olmaz. Bazıları da çok uyur. Çok uyku, çocuğu hantallaştırır. Bu tür çocukların devinimi yavaşlar. Düşünme gücü azalır. Bu nedenle aileler, çocuklarına düzenli ve yeterince uyuma alışkanlığı kazandırmalı.

Kavgalı gürültülü aile ortamı, çocukların zekâsı, yetenekleri, üretkenlikleri üzerinde büyük olumsuzluklar oluşturur. Sürekli gerginliğin, erinçsizliğin olduğu bir aile ortamında büyüyen çocuk, zamanla yaşamdan bıkıp canından usanır. Bu nedenle çocuk büyüten aileler, öncelikle evlerinde erinç içinde yaşamayı sağlamalılar. Kavgalı bir ortam, çocuğun zekâsını olumsuz yönde etkilediği unutulmamalı hiçbir zaman.

Günümüz çocukları doğdukları günden itibaren teknolojiyle tanışmakta. Bu, biraz da aileler eliyle yapılmakta. Teknolojik aletlerle oynayan, onların büyüsüne kapılan çocuk; sessizce bir köşeye çekilip saatlerce oturmakta. Çocuk sessizliğe gömüldüğü uzun zaman diliminde ise anne ve babalar ya çocukları gibi teknolojik aletlerle vakit öldürmekte ya da günlük işlerine yoğunlaşmaktalar. Aslında bazı aileler bir sürelik, geçici bir keyifli an için çocuklarının geleceklerini yok ettiklerinin farkında bile değiller.  

Teknolojik aletlerin sihirli dünyasına kapılan çocuklar, neredeyse kimseyle iletişime girmiyorlar. Bu nedenle farklı bilgileri, düşünceleri, yaşam anlayışlarını öğrenme fırsatından yararlanamıyorlar ne yazık ki. Bu eksiklik nedeniyle gözlemleme, deneyimlerden yararlanma, farklı kişilerden öğrenme olanağı uçup gidiyor çocukların elinden. İletişimsizlik çağımızın sayrılığı… Televizyona, sosyal medyaya, sanal oyunlara bağımlı olan çocukların zihinsel gelişimi ne yazık ki olumsuz yönde etkilenmekte. Bu konuda başta aileler olmak üzere toplumun tüm kesimleri işbirliği yaparak bu sorundan çocuklar kurtarmalı. Sanal bağımlılık önemli bir toplumsal sorun olarak önümüzde durmakta.

Çocuklar, insanlığın geleceği… Onları doğru yetiştirmek, zekâlarının gerilemesini önlemek yalnız ailelerin değil, tüm toplumun, ülke yöneticilerinin başlıca, ertelenemez görevi. Bu sorunun çözümüne gerekli desteği vermeyen kişiler tarih önünde suçludur. Bu nedenle hepimiz çocuklara gerekli önemi vermeli, onların zekâ gerilemelerine izin verilmemeli.             

Doğuşta zeki olan birçok çocuk, bazı ailelerin bilinçsiz, sorumsuz davranışları ve bakış açıları nedeniyle aptallaştırır. İnsanın kendine ve çevresine yaptığı kötülüğü bin düşman toplansa yapamaz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Mayıs 2024

ERGENLERLE İLİŞKİLER NASIL OLMALI?


Her aile için ergenlerle ilişkinin nasıl olacağı önemli bir konu ve sorun. Çocuk ergenlik dönemine girdiğinde eğinsel gelişimiyle davranışları, bakış açıları değişir. Eğinsel ve tinsel gelişim birbirine koşut olarak farklılaşır.

Ergenlik, insan yaşamında doğal bir süreç… Her birey, çocukluğunun belli bir döneminde bu süreci yaşamak zorunda. Yaşamın, doğanın zorunluluklarından kaçış yok! Böyle zorunlu ve hızlı bir değişim karşısında ailelerin duyarlı, anlayışlı olması gerek.

Birçok aile, çocuğunun büyüdüğünü, bu büyümeyle onlarda eğinsel, tinsel gelişimin olduğunu bir türlü göremez. Çocuğu hep bebeklik dönemindeki korunması gereken, sevimli, güzel insan yavrusu olarak görür birçok anne ve baba. Bu durum, onların çocuklara karşı davranışlarını tekdüzeleştirerek durağanlaştırır. Çocuktaki eğinsel, duygusal, düşünsel gelişimin ayırdına varmazlar çoğu zaman. Çocuk; her yaşta, her ayda, hatta her günde değişir dünyadaki tüm varlıklar gibi. Değişip gelişme olumlu yöndedir genellikle çocuklarda. Değişip gelişmeyi, olumsuz yönlere kaydırmamak da anne ve babaların elinde. Bunda öğretmenlerin ve çocuğun sosyal ilişkide bulunduğu diğer kişilerin de etkisi vardır aile kadar olmasa da.

Birçok anne, babadan: “Çocuğum çok uyumluydu, son zamanlarda her şeyi eleştirip karşı çıkıyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor, özellikle de bizleri.” diye yakınmalar işitiriz ergenlik çağına girmiş çocukları için. Aslında bu ve benzer tümceler yakınma için değil, mutluluk için kullanılmalı. “Ne güzel çocuğumuz büyüyüp ergen oldu. Yetişkinliğe adım atacak. Eğinsel ve tinsel gelişimi hızlandı. Kendine özgü kişiliği gelişiyor. Özgün bir birey olma yolunda ilerliyor.” benzeri tümceler işitmemiz ne güzel olurdu değil mi?

Ergenlik çağındaki kız çocuk, anneleriyle çatışır. Bu, olağan bir durum… Kız, anneye: “Bu evin iki kadını var artık. Benim varlığımı, kişiliğimi tanı. Beğenilerime saygı göster.” demek istiyor bu çatışmayla. Çoğu anne, ergenin bu dilini anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Anlamadığı için de kızıyla kavga etmeyi yeğliyor. Bu süreçte baba-kız ilişkileri çok düzgündür.

Ergenlik çağındaki erkek çocuk, ikide bir babalarının gücünü sınamaya çalışır. Onlarla sık sık güreşme, bilek güreşi yapma, tartışmalara girme başlıca davranışları. Babalanın söz ve davranışlarını eleştirir sıkça. Babaların çoğu, olumsuz yaklaşır bu davranışlara. Olumsuz yaklaştıkça da çocuğuyla çatışır, baskı kurar ona. İlişkiler bozulur. Çocuk, bu duyarlı döneminde, babayı örnek alarak kişiliğini geliştirme fırsatını kaçırır. Ayrıca babasına karşı güven yitimi söz konusu olur.

Ergen çocuğa karşı hoşgörülü, anlayışlı olacağız öncelikle. Ancak ergenlerin birçok yanlış davranışı, düşünüşü olmakta. Özellikle yaşı ve geçirdiği hızlı değişim nedeniyle arayış içindedir çocuk. Çoğu zaman olumluyla olumsuzu, iyiyle kötüyü, yararlıyla yararsızı kolaylıkla ayırt edemez. Bu da onun yanlış bir yol tutmasına, öz disiplinini yitirmesine, ilkesizliğe sürükler. Bu konuda anne ve babalar dikkatli olmalı.

Ergen, çoğu zaman ailenin ya da toplumun kurallarına karşı çıkar saçma sapan gerekçelerle. Karşı çıkmayı, kişiliğinin kanıtlanması olarak görür. Bu karşı çıkış, çoğu zaman çevresindekilerle hoş görülmediğinden çatışma yaratır. Bu, onun dışlanmasına kadar gider. Toplumsal değerlerle, yerleşik kurallarla çatışan ergen kimi zaman kendine zarar verir. Öncelikle bu durum karşısında anne ve babalar ödün vermemeli. Bu konuda sessiz kalmamalı, ergeni kırıp dökmeden yanlış, uygun bir dille anlatılmalı. Hep alttan almak çoğu zaman çocuğu istenmeyen yollara sürükler. Bu nedenle anne ve baba otoritesini, olumsuzlukların çoğaldığı zamanlarda anımsatmalı ergene. Evde bir arada yaşamanın kurallara bağlı bir uzlaşmayla olacağını bilmeli çocuk. İnsan, sosyal bir varlık ve toplu olarak yaşamak zorunda.

Çocukların sorunlarının, karşı çıkışlarının nedenini anlamak için öncelikle onları iyi dinlemeli. Onların duygu ve düşüncelerini iyi anlamalı. Anlamadığımız bir sorunu çözmemiz olanaksız. Bu nedenle çocuk saçma sapan bir şey anlatsa da sözünü kesmeden sonuna dek dinlemeli. Böylece onun varlığına, eğilimlerine, duygu ve düşüncelerine ne olursa olsun değer verdiğimizi göstermeliyiz. Bu, aynı zamanda karşılıklı güveni de oluşturur. Düşünceleri çok yanlış olsa da onun her sözünü can kulağıyla dinlemeli, davranışlarının nedenini iyice öğrenmeli.

İnsan, anlamadığı sorunu çözemez. Bu nedenle onu anlamalı. Anlamak için de iyi dinlemeli. Çocuğu iyice dinledikten sonra “Senin sorunun bu. Bu davranışı da şu nedenle yapıyorsun. Bu sorunu birlikte, ortak aklımızla çözeceğiz. Ancak uyman gereken kurallar, yerine getirmen sorumlulukların da var. Bunu sana anımsatmam gerekir mi? Kuralları yok sayarak, sorumluluklarını unutarak sorunlarını çözemez, onları daha da büyütüp çoğaltırsın.” demeli. Çocuğun aile değerlerine, anne ve babasına saygı göstermesi sağlanmalı. Karşılıklı saygının olmadığı yerde, olumlu ilişkiler gelişmez. Biz çocuğumuzun sorunlarını çözemezsek başkası çözer. Bunaldığı, sorunlarla yüklü bir dönemde yanlış kişilere rastlama olasılığı çok yüksek.

Yalnızca yanlış kişiler mi? Değil doğal olarak. Günümüz ergenlerinin düştüğü en büyük tuzak, telefon ve tablet oyunları. Bu, zamanla bağımlılığa dönüşmekte. Sanal bağımlılık, onu zamanla sosyal yaşamdan koparır. Bu kopma yeteneklerini yok ederken zamanla eğinsel ve tinsel sayrılıklar başlar. Sorunlar, sessizlik içinde bir kar topuyken zamanla büyüyüp çığa dönüşür. Çığ yerinden koptuğunda ise altında ilk kalanlar en yakınındakiler olur. Bir ergen, çığa dönüşmeden sorunlarını çözmeli. Bu nedenle ergenle aramıza duvar örmek yerine, duygudaş köprüler kurmalıyız.

Çocuk, gelecek demek… Onların her şeyiyle ilgilenmek, sorunlarını çözmek, öfkelerini yatıştırmak, kurallara uyumunu sağlamak, onları sanal bağımlılıktan kurtarmak büyüklerin sorumluluğu. Ergene çok da alttan almadan hoşgörü göstermeli. Çünkü ergenlik geçici bir fırtına, gelip geçer. Ergen çocuk, dalgalı deniz gibidir. Fırtına bitince dalgalar azalır, çok geçmeden sönümlenir. Deniz durgun, dingin bir durum alır. Fırtınanın dinmesini beklerken dalgalara kapılmayıp dalgaların gücünü olumlu bir duruma, eğitim ve olgunlaştırma fırsatına dönüştürelim.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Mayıs 2024

 

 

 

İBB ŞİRKETLERİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ


Yerel seçimlerde oy pusulalarındaki mühürlerin mürekkebi kurumadan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Mali Hizmetler Daire Başkanı Neslihan Vural, İGDAŞ’ın yüzde 90’ın üzerindeki hisselerinin halka arz edileceğini açıkladı. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere İGDAŞ özelleştirilmek istenmekte. İBB, çok borçlu bir belediye. Bu borçlarını tıpkı AKP hükümeti gibi ya yeniden borçlanarak ya da varlıklarını satarak kapatmak istemekte.

Konu hakkında Ekrem İmamoğlu Sayın Vural’ın açıklamalarını yalanlamadı, onayladı. İmamoğlu, açıklamasında; Halk Ekmek, Hamidiye Su ve İSPARK’ın da özelleştirilecek şirketler arasında olduğu belirtildi. Bu özelleştirme açıklaması, beni ve benim gibi Kemalizmi kılavuz edinmiş kişileri hiç de şaşırtmadı.

CHP, Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında yenileşip değişti. Aslında bu ne yenileşmeydi ne de değişme. Kılıçdaroğlu, Özalcı ekonomik ve siyasal politikaları, “yenileşme (!), değişme (!)” adı altında parti tabanına benimsetti. Bu değişime uygun kadrolar, CHP yönetimine egemen oldu. İşte, İmamoğlu da bu kişilerden biri. Zaten siyasete başladığı yer ANAP. Yani özelleştirmeciliğin ülkemizdeki öncüsü olan parti.

Özelleştirmeler, Özal’ın 24 Ocak 1980 kararıyla açıkladığı ekonomik izlencenin 12 Eylül Amerikancı darbesiyle ülkemize kabul ettirilmesiyle gündeme geldi. Özal, 12 Eylül’ün demir yumruğuyla toplumsal muhalefeti bastırıp susturdu. Türkiye’nin, devletin, yoksul halkın bin bir emeği ve özverisiyle oluşturulan sayısız üretim alanı özelleştirildi. Özelleştirilen fabrikaların çoğu giderek üretimden çekildi. Birçoğu yıkılarak paha biçilemez arsalarının üzerine AVM’ler, pahalı konutlar, beş yıldızlı oteller yapıldı. Çünkü bu fabrikaların arsaları genellikle kentlerin merkezi yerlerindeydi. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yurdumuzun neredeyse her ilinde tüten fabrika bacaları tütmez oldu özelleştirmeler yüzünden. Halk işsiz, üretim öksüz kaldı.

Devletin sanayide olması, özel sektörle rekabeti, dengeyi sağlamaktaydı. Bu nedenle birçok üretim alanında, özel sektörün tekelleşmesi söz konusu değildi. Kamucu üretim anlayışı yüksek kazancı değil, halka hizmeti önde tutmaktaydı. Bundan ötürü mal ve hizmetler, halka ucuz ulaşmaktaydı. Zaten devletin amacı, halkın geçimini kolaylaştırmak değil mi?

İmamoğlu’nun özelleştirmek istediği İGDAŞ, İSPARK kendi alanlarında tekel sayılabilecek şirketler. Özelleştirildiklerinde piyasada rekabet edecekleri bir şirket yok! Yani bu konuda halk seçeneksiz ve bu kurumlardan hizmet almaya zorunlu. Bu nedenle düşünülen özelleştirme kamunun değil, bu kurumları satın alacak kişilerin çıkarına olacak. Bu şirketlerin vereceği hizmetler daha pahalı olacak.

Ülkemizin bir türlü üstesinden gelemediği ekonomik bunalım ve yaşam pahalılığının asıl nedenlerinden biri, özelleştirmelerin ortaya çıkardığı tekelleşme, üretim dengesizliği, dışa bağımlılık, yeterince üretmeyen ülkemizin liberal politikalarla sürekli borçlanması. Beş büyük marketin yurdumuzun köylerine varıncaya dek yayılmaları, tekelleşmenin en büyük örneği. Devletçilik rafa kaldırıldığından bu marketlerin aşırı kazanç hırsını hükümet kontrol edemeyip denetleyemiyor. Halkın soyulması yıllardır özgürlük olarak sunulmakta topluma. Bu da serbest piyasacılığın, kamuculuğu yok etmenin halkı kandırmak için kullandığı içi boşaltılmış bir kavram. Sömürülmenin, açlık sınırının altında yaşamanın, serbest piyasacılık adı altında soyulmanın özgürlükle bir ilişkisi olabilir mi?

Osmanlı, dönemin sömürgeci ülkelerine ekonomik, adli, siyasi ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) tanıdı. Bu durum, yerli üretimin gelişmesini engelledi. Bu sistem dış borçlanmaya dayalıydı. En sonunda devlet, 1881’de iflas ettiğini açıkladı. Ülkemizin neredeyse tüm gelir kaynaklarına, Duyunu Umumiye adı altında oluşturulan bir kurum aracılığıyla el kondu.

Atatürk ve onun kuşağı, Osmanlının borçlanma yüzünden nasıl battığının tanığıydı. Bu nedenle cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün ilk yaptığı iş yabancıların işlettiği demiryollarını, limanları, banka ve reji idaresi gibi birçok önemli kurumu devletleştirmekti. Bakınız, Atatürk ve diğer cumhuriyet kurucuları; kalkınmayı, gelişmeyi, yoksulluğu önlemeyi, halka hizmeti özelleştirmeyle değil; tam tersine devletleştirmeyle yaptı. Türkiye’nin temeli ve temel üzerinde yükselen ana direkler devletleştirmeyle oluştu. Bu kolonlar darbe aldığında çatı çöker, cumhuriyet yıkılır.

İBB, son günlerde Halk Ekmek’in ürettiği ürünlere yüksek oranda zamlar yaptı. Aslında bu, özelleştirmenin bir hazırlığı. Daha önce elektrik özelleştirildi. Alt yapısını tamamen devletin kurduğu önemli bir kurum özel sektöre verildi. Bu yüzden halk pahalı elektrik kullandığı için zararda... Devlet altın yumurtlayan tavuğu elinden kaçırdığı için zararda… Özelleştirmeyle altın yumurtlayan tavuğu ele geçiren şirketler kârda ve çok mutlu… Yıllardır bir kuruş yatırım yapmadan para kazanıyorlar havadan.

Özelleştirmeyi savunanlar, özelleştirmeyle birkaç varsıla peşkeş çekilen kurumların zarar ettiğini savladılar hep. İmamoğlu’nun özelleştirmek istediği belediye şirketleri yüksek kâr eden kurumlar. Bunun için bunlar, altın yumurtlayan tavuklar…

Özelleştirmeler yüzünden başta Latin Amerika’nın bazı ülkeleri olmak üzere birçok ülke iflas etti. Avrupa Birliği üyesi birçok ülke özelleştirmeler yüzünden ekonomik sıkıntı içinde. Bu nedenle çiftçi eylemlerinin arkası gelmiyor.          

Türkiye’de özelleştirmeler, ulusal güvenlik sorunu yaratmakta. Ülkemiz ekonomisinin bu yolla kan yitimine son vermek zorundayız ulusça.

CHP’nin simgesi Altıok… Bu oklardan biri halkçılık, bir diğeri de devletçilik… İBB, halk için mi çalışacak; yoksa birkaç kişinin halkın sırtından varsıllaşmasının yolunu mu açacak?

İBB, devletçilik ilkesi doğrultusunda halka ucuz hizmet mi yapacak; yoksa bir mutlu azınlığın koruyucusu mu olacak?

Günümüzün sorusu şudur: Yabancı ülkelere ve özel kişilere ait üretim kurumlarını devletleştiren Atatürk mü haklı; yoksa kamunun elinde ve hizmetinde olan altın yumurtlayan tavukları, Özal’ın izinden giderek özel sektörün kümesine teslim etmeye çalışan İmamoğlu mu?

Devletçiliği savunan Atatürk’ün izinden mi gideceğiz, yoksa küresel efendilerin dayattığı özelleştirmeleri yaşama geçirip ülkemiz kaynaklarını bir avuç kişiye peşkeş çekenlerin yanında mı olacağız? Öncellikle buna karar verilmeli.

Yaşamının sonuna dek kapitalizmin, emperyalizmin yıkıcılığından söz eden Atatürk’ü anlamanın zamanı gelmedi mi hâlâ?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Mayıs 2024

SOKAK HAYVANLARI ÖLSÜN MÜ, YAŞASIN MI?


Uzun süredir sokak hayvanlarıyla ilgili bir tartışma sürmekte. Bu tartışmanın odağında köpekler var. Köpeklerden sonra ikinci sırada kediler gelmekte. Sokak hayvanı deyince kuşları pek hesaba katmıyoruz nedense. Oysa köpekler, kediler gibi martılar, kargalar, güvercinler, kumrular, serçeler ve diğer kuşların da yaşam alanları yok edildi bilinçsiz kentleşme yüzünden. Ne yazık ki kedi, köpek ve birçok kuş türü kentin çöpleriyle beslenmekte.

Kentlerde, neredeyse bir karış toprak yok! Her yer betonlaşmış. Hayvanların doğal ortamları hızla yok edildi açgözlülerce. Ne yazık ki belediyeler ve hükümetler, bu konuya göz yumdular. Sanki belediyelerin tek işi, yapılaşmaymış gibi bir anlayış egemen. Bu kentleşme anlayışı, insanları doğadan hızla uzaklaştırdığı gibi hayvanların da yaşam alanlarını yok etmekte. Hayvanın olmadığı bir doğa, doğa olmaz. Bu anlayışın hem belediye yöneticilerince hem de hükümet yetkililerince benimsenmesi gerek.

Yerel yönetimler, sokak hayvanlarını konusunda göstermelik barınaklar yapmaktalar. Kedi ve köpeklerin kısırlaştırılması, aşılanması, beslenmesi konusunda ne yazık ki gerekli önlemleri almamaktalar. Sokak hayvanlarının beslenmesi, gönüllülerce yapılmakta genellikle. Kedi, köpek maması üreten bazı firmaların sokak hayvanlarının düzensiz beslenmesi için bu gönüllülerin bazılarıyla işbirliği yaptığı da söylenmekte. Aşırı beslenen hayvanlar, daha çok üremekte. Belediyeler, reklama harcadıkları paraların bir bölümüyle bu işi kökünden halledebilirler.

Ülkemizin birçok kentinde köpek ısırmasıyla ölen insanlarımız var. Yaralananlar ise epeyce çok. Köpek saldırısından kaçarken arabaların önüne atlayıp ezilen onlarca yurttaşımız bulunmakta. Üzülerek söyleyeyim ki yaşadığımız bu çağda bile Türkiye’de yılda seksene yakın insan kuduzdan yaşamanı yitirmekte. Kudurarak ölmenin toplumumuz için bir utanç olduğunu belirtmeliyim.

Başıboş köpeklerin kontrolsüz yaşaması, üremesi, çoğu zaman yeterince beslenememesi onları saldırgan yapmakta. Büyük kentlerin bazı mahallerinde insanlar, köpek korkusundan sokaklarda dolaşamamakta.

Halkımızın hayvan sevgisi tarihsel bir sürecin ürünü. Avrupa, veba salgınından neredeyse nüfusunun yarısını yitirirken Türk coğrafyasının bu salgından çok etkilenmemesi, sokak hayvanlarının varlığıyla anlatılabilir. Çünkü vebanın salgına dönüşmesinde aslı etken, fareler… Bizim sokaklarımızda kediler yaşadığından fareleri avlamışlar. Bu arada köpeklerin de aç kaldıklarında fare avladıkları bilinmekte. Avrupa’da sokakta kedi, köpek olmadığından fareler çok fazla ürediler. Bu da Avrupa sokaklarında farelerin egemenlik kurmalarına neden oldu. Bu nedenle sokaklarımızı, yaşam alanlarımızın birçoğunu bu dilsiz dostlarımızla paylaşmamız hem geleneğimiz hem de insanlık görevimiz.

Sokak hayvanlarının “uyutulma” adı altında topluca öldürülmeleri büyük yanlış. Bu, sokak hayvanları için çözüm değil. Neymiş bu “uyutulma” işi, İngiliz modeliymiş. Bırakın eski eli kanlı sömürgecilerin, yeni emperyalistlerin modellerini! Onlar, çıkarları için insana da hayvana da bitkiye de gözlerini kırpmadan kıyarlar. Tersine sorumluluğunu yerine getirememiş hükümetin ve belediyelerin beceriksizliğini örtbas etmektir böylesi bir uygulama. Beceriksiz yöneticilerin suçunun bedelini hayvanlara ödettirmek niye?

Sokak hayvanları sorununun merkezine oturtulan köpekler, doğal yaşamlarında saldırgan değil. Onları saldırganlığa iten ise insanlar… Yaşam alanları daraltılıp dar alanlara sıkıştırılan köpekler, buralarda zorunlu olarak sürüleşmekteler. Sürüleşen köpeklerin en güçlüsü ve saldırganı, sürü lideri olmakta. Sürü lideri, egemenliğini sürdürmek için de saldırmakta önüne çıkan her şeye. Bu nedenle sokak hayvanlarının üremeleri kontrol altına alınmalı. Onlar düzenli beslenmeli. Beslenemeyen hayvanın saldırganlaşması olağan bir şey.

Hayvanlar oyuncak değil. Geçici hevesle ve kendini eğlendirmek için birçok kişi, hayvan satın almakta. Bir süre sonra heves bitmekte. Ayrıca evde hayvan beslemenin getirdiği bir sorumluluk var. Üstelik evinde hayvan besleyenler, bazı konularda özveride bulunmak zorunda. Hayvanı satın almadan önce her şey güllük gülistanlık… Ancak hayvan eve girdikten sonra işler değişmekte. Birçok aile bu sorumluluğu yerine getirememekte, gereken özveride bulunamamakta. Bu nedenle ev ortamına alıştırılmış hayvanlarını sokaklara bırakan kişi sayısı her geçen gün artmakta. Bu sorunu çözmek için öncelikle evinde hayvan besleyenler kayıt altına alınmalı. Hayvanını sokağa atan kişilere gerekli yasal yaptırımlar uygulanmalı. Her aile çocuğuna, hayvanların oyuncak olmadığını anlatmalı. Hayvanların doğal ortamlarında yaşatılıp sevilmesinin olanaklı olduğu kavratılmalı. Doğal ortamında yaşayan hayvan saldırgan ve zararlı olmaz.

Belediyeler, göstermelik hayvan sevgisinden vazgeçmeli. İş yapar gibi görünmek yerine, köklü çözümleri yaşama geçirmeliler. Hem yönettikleri kentlerde yaşayan yurttaşlarımızın hem de sokaklardaki dostlarımızın yaşamlarını güvence altına almak zorundalar. Sorunlardan kaçarak kimse kendini kurtaramaz. Sokak hayvanı sorunu yıllar içinde büyüdü. Özellikle korona salgını döneminde sokak hayvanlarının sayısı olağanüstü arttı. Çünkü belediyeler salgın döneminde bu sorunu unuttu. Sorumlular unutkan olmamalı. Hiçbir sorun da ertelenmemeli.

Biz yaşamı kedimiz, köpeğimiz, börtümüz böceğimiz, kurdumuz kuşumuzla paylaşmak zorundayız. Çünkü doğanın kuralı bu. Doğa kurallarının dışına çıkmak gelecekte yaşamamak demek. Doğadaki besin zincirinin her halkası sağlam tutulmalı. Bir halka koptuğunda zincir de dağılır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Mayıs 2024

 

 


ÜLKEMİZDE NE ÇOK AMERİKANCI VARMIŞ?


Ülkemizdeki Amerikancıların en büyük özelliği aşırı düzeyde laikçi görünmeleri ve ezilen halklara karşı fırsat buldukça kustukları nefrettir. Ne yazık ki laikliğin de ne olduğunu bilmez bu zevat. Ülkemizin tam bağımsızlığı olmayınca laikliğin de olmayacağının farkın değillerdir. Bunun farkında olsalardı eğer, ABD’ye kayıtsız koşulsuz bağlı olurlar mıydı? Bu ABD muhipleri; yoksula, garibana, ezilmişe, emperyalizm tarafından kıyılıp sömürülene, gözü yaşlı insanlara düşmandır. Ayrıca fırsat buldukça ABD ve diğer emperyalistleri övgüde sınır tanımazlar. Bu övgüler, tapınma düzeyindedir. Aslında onlar için ABD, tanrıdır. Onların dini de emperyalizmdir.

ABD’ye tapınan utangaç sözde insan hakları savunucuları, bir karıncayı ezdiklerinde tıpkı Hitler gibi gözyaşı döküp kaleme sarılıp şiirler, öyküler yazarlar. Aslında bu tavırları karıncaya üzüldüklerinden değil, insanlara düşmanlıklarını bu yolla örtmek içindir. Canlıların yaşamına gösterdikleri sözde ve göstermelik duyarlıkla işledikleri insanlık suçlarını, içlerindeki nefret duygularını bastırmak için. En güzel becerdikleri iş ise Amerikancılıklarını dolaylı yoldan göstermeleri. Buna, çoğu kişinin inanacağı kılıflar bulmada usta sayılırlar. Yani zehri, şekere sarıp yedirmekteler onları dinleyip sözlerine inananlara.

Vietnam, Kamboçya, Laos, Kore, Japonya, Latin Amerika, Afrika, Libya, Irak, Yemen, Suriye ve Filistin’de; hatta ülkemizde milyonları aşan insanı toprağa düşüren ABD’ye bir çift söz bile söylemez bu ABD sever sözde laik geçinen güruh. Bu arada Kızılderililerin soykırımını ağızlarına bile almazlar. ABD’nin insan kıyımlarına, sömürü düzenine karşı çıkma yürekliliğini gösteren Kuzey Kore, Çin, Rusya, Suriye, İran, Yemen, Macaristan, Küba, Venezuela gibi ülkeleri aşağılamak, küçük görmek, rejimlerini demokrasi dışı göstermek için bin takla atarlar. ABD sokaklarından polisçe öldürülen kara derili insanların al kanları kaldırımlara akarken dut yemiş bülbül olurlar. Eğer kara derililer sorgusuz sualsiz öldürülüyorsa efendilerinin demokrasi(!) adına bir bildikleri vardır onlara göre. Çünkü onlar; demokrasiyi de varsıllığı da gücü de ABD’den ibaret sanırlar. ABD’ye tapınmaları o denli üst düzeydedir ki, dünyada iyilik adına ne varsa bunların hepsini ABD yapabilir. Ezilen halkların iyi şeyleri yapması onlara göre olanaksız. Çünkü ezilenin, yok edilmek istenenin, sömürülenin onların kitabında yeri yok! Tapınmak da böyle bir şey zaten… Emperyalizmin kapsına bağlanıp efendisine tapınırsan, ondan başkasını görmezsin. Çünkü efendin, her şeye at gözlükleriyle bakmana neden olmuş, seni koşullandırmıştır ona hizmet tutsağı olman için.

Ülkemizdeki ABD muhiplerinin en çok zarar verdikleri de Atatürk ve onun düşünceleri. Çünkü bu kişilerin çoğu Atatürkçü geçinir, Atatürk’ün yaşamı boyunca emperyalizmle savaştığını bilmeden ya da görmezden gelerek. Oysa Atatürk’ün izinde gitmenin birinci ve en temel koşulu, emperyalizme karşı çıkarak tam bağımsızlığı savunmak. Bu, herkesçe bilenen yalın bir gerçek.

İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin bindiği helikopter düştü. Bu kazada Reisi ile yedi kişi yaşamını yitirdi. Ülkemiz sosyal medyasında birden İran düşmanlığı hortladı. Ne ilkellikleri kaldı ne de gericilikleri. Sanki İran komşumuz değil de evrendeki başka bir galakside var olan bir ülke… Öncelikle söyleyeyim… Atatürk’ün dostluğuna çok önem verdiği bir ülkedir İran. İran Şahı, 1934’te ülkemize geldiğinde iki ulusun kardeşliğini anlatan Özsoy operasını besteletti. İran’ın da yer aldığı Sadabat Paktı’nı kurdu. Bu Pakt’ta yer alan Afganistan, Irak ve İran’ın yönetim biçimleri Atatürk’ü ilgilendirmedi. Onu ilgilendiren ve en önemli önceliği emperyalizme karşı komşularıyla dayanışma içinde olmaktı. O, hep emperyalizmi baş düşman gördüğünden ezilen uluslarla güç birliği yaptı. Çünkü o, Atatürk’tü ve emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı veren bir kahraman öncüydü. Kahramanlık; yoksulu ezmek, mazlumu sömürmek, haklıyı yok etmekle olmuyor; zalime karşı çıkmakla oluyor.

Ülkemizdeki Amerikancıları mı tanımak istiyorsunuz? Onların söylemlerine, davranışlarına bakın! Mazluma düşmanlık edenler, bilin ki Amerika’nın gönüllü savaşçıları, etki ajanları. Bu kişilerin ortak özelliği ise ABD’nin yaptığı haksızlıklara karşı susmaları. ABD’nin her şeyi kontrol ettiğini, dünyada olan her şeyin bu emperyalist ülkece yapıldığını söylerler gerine gerine, bilmiş bilmiş. Bu kişiler, emperyalizme yaranmak adına; yeri geldiğinde kendi halkına, ailesine bile düşman kesilirler. Bir kişinin insanlık pusulası şaşmayagörsün, kendi varlığını bile yadsır ne yazık ki. O, kendi değersizliğini tinsel derinliğine işlemiş bir aşağılık kompleksiyle haksızlık yapan güçlünün yanında yer alıp ezilen düşmanlığı yaparak örtmeye çalışmakta. İşte zavallılık böyle acınası bir durum…    

Bir insan; dünyayı kana ve gözyaşına boğan, insanlık düşmanı ABD varken niye İran’a düşman olur.

Not: Yazıya katkı için Atatürk ve İran Şahı başlıklı yazım okunabilir. https://adiladalet.blogspot.com/2022/11/ezilenler-birlesirse-emperyalistler.html

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Mayıs 2024

ANNE-BABA KAVGASIYLA BÜYÜYEN ÇOCUKLAR

 

Ne yazık ki birçok çocuk, kavga gürültünün eksik olmadığı aile ortamında büyümekte. Anne ve baba; dişlerini gıcırdatıp yumruklarını sıktığında, kızıp seslerini yükselttiklerinde, öfkelenip eşyaları kırıp döktüklerinde, hele birbirlerine el kaldırdıklarında çocukların içinde yıkıcı fırtınalar kopmakta o an. Her fırtına da çocuğun içinden bir şeyleri koparıp götürmekte. Kopup gidenler, ne mi?

Kopup gidenler; yeni yeni yeşermeye başlayan sevgi fidanları, yüreklere ekilip yeşermesi beklenen saygı ve özsaygı tohumları, tüm yaşamına yön verecek olan özgüven anıtları, onu başarıya götürecek olan erinci, onu taşkın bir selden dingin bir suya dönüştürecek olan mutluluğu… İçinde beslediği büyük ülküler bir sırça köşk gibi düşüp tuzla buz olur. Gönlünün en derinine altın harflerle işlediği başarı imgelerini, yaşamını yönlendirecek amaçları kuş olup uçar birden yürek dalından.

Bir evde anne ve baba arasında kavga sürdükçe çocuklardan bir şeyler gider, eksilir. Ailenin küçük bireyi, kavgalar arttıkça kendini eksik olarak duyumsamaya başlar. Eksik duyumsama arttıkça özgüven güneş görmüş kar gibi erir. Bu kavgaların çocuktaki en büyük ve ilk yıkımı kendini eksik görmesiyle başlar. Kendini eksik görmek, değersizlik duygusunu yaratır küçük eğinlerle tinlerde. Değersizlik, yetersizlik duygusu bir çocukta önemli yıkımlara neden olur. Çoğu zaman kavgaların nedeninin kendi varlığı olduğunu düşünüp kendini suçlar. Bu duygu, zamanla istenmeyen acı bir sonla da bitebilir.

Aile içi kavgalı bir ortamda büyüyen çocukta öncelikle düzensiz uyku sorunu yaşar. Gecenin karanlığı, onları korkutur ve kendini yalnız, terk edilmiş olarak duyumsar. Çoğu zaman uykusundan uyanır gördüğü düşler nedeniyle. Düşler bir karabasandır artık. Uykusuzluk onu yorgun, bitkin, dağınık yapar. Bu durum, dikkat dağınıklığını artırır. Yorgun, bitkin, dağınık, herhangi bir konuya odaklanamayan çocuğun dinlediklerine, okuduklarına, gördüklerine odaklanması çok zordur. Böyle olunca da yaptığı hiçbir işten zevk almaz. Boş zamanlarında amaçsız, yorgun, aylak aylak dolaşır evin içinde. Bu odaklanma sorunu çocuğu başarısızlığa tutsak eder.

Kavgalı ortamda yetişen çocuklar için amaçsızlık, kolayca görülüp anlaşılır. Günlük yaşamda hiçbir şeyden mutlu olmaz. Her şeyin boş olduğu sanısına kapılır. Bu sanı, giderek onda davranış biçimine dönüşür. Bu da çocuğun hiçbir konuda sorumluluk duymamasına neden olur. Bu tür çocukların okul başarılarının düşmesi kolayca gözlemlenir.

Aile içi kavganın çocukta yarattığı en büyük olumsuzluklarından biri de kaygı. Nerdeyse yapacağı her işte büyüklerce gereksiz görülen kaygı, büyük sorun yaratır. Kaygının asıl kaynağı da kavgayla dolu bir evde yitirilen özgüvendir. Bazı anne ve babalar ise bu kaygının çocuğun doğduğu günden başlayarak var olduğu söylerler. “Onun huyu böyle…” diyerek kestirip atarlar konuyu.

Anne ve baba kavgaları, çocuğun umudunu yok eder. Onun geleceğe yönelik umudu sert bir yelle sönen odun alevi gibi yok olur birden. Bu alevin dumanı bile kesilir kısa sürede. Umudunu yitirmiş birinden başarılı olmayı, çalışmayı, üretmeyi, özgün işler yapmayı bekleyemeyiz.      ,

Bir evde kavgalı bir ortamın olması, ailedeki erinci yok eder. Ev içinde anne, baba ve çocuğun görevleri birbirine karışır. Hiçbiri üstlenmesi gereken sorumlulukları yerine getirmez. Sorumluluk alanları birbirine karışır. Böyle olunca da evde anne ve babanın yaptırım gücü kalmaz, her kafadan bir ses çıkar. Aile birliği diye bir şey kalmaz ortada.

 Aile içi kavganın, şiddetin, dolayısıyla sevgi ve saygısızlığın olduğu bir ortamda olduğu günümüz çocuğu; sanal dünyaya sığınmakta. Sanal dünyanın soyutluğuna kendini kaptırıp oyun bağımlısı olmakta. Bu bağımlılık, onun dünyasını küçücük telefonun, tabletin içine sokmakta. Bu da onu gerçekçilikten, somut dünyadan uzaklaştırmakta. Somut dünyadan uzaklaşmak demek, yaşamdan kopmak demek değil de nedir?

Anne ve babalar, kendi elleriyle çocuklarını bir bağımlılığın çıkmazına sürüklemekteler. Özgüvensiz, sevgisiz, başarısız çocuk; sanal dünyada bu eksikliklerini gidermeye çalışmakta havanda su döverek. Bu durum, onun umutsuzluğunu, amaçsızlığını daha da artırmakta aslında. 

Anne ve baba kavgasının çocuğun beyninde yaptığı etki çok büyük ve derin. Bu, cephede savaşan askerlerin silahların şiddetinden etkilenmesiyle eşdeğer. Dünyanın en güzel ve umut dolu varlıklarına bu denli derin tinsel sorunlar, sayrılıklar yaşatmak sorumlu anne ve babaların yapacağı iş değil. Çocuklar; bu dünyaya kendi istedikleri için değil, anne ve babaları istediği için gelmekteler. Durum böyleyse dünyaya getirdiğimiz varlıklara, yaşamı zehretmek niye?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Mayıs 2024

 

                                                                           

 

 

KÖY ODASI VE YAĞHANE


İsabey Kasabasının belediye alanından yukarıya, Çökelez Dağı eteklerine doğru yönünüzü döndüğünüzde iki yol çıkar karşınıza. Sırtınızı Baklan Ovasına verip sağ yandan yukarı, Demirler Mahallesine doğru gittiğinizde solunuzda köy odasını görürdünüz eskiden. Burada kimi zaman kasaba halkı yarenlik ederdi. İşin gücün olmadığı kış aylarında buraya gelip soba başında hem ısınıp hem de söyleşirdi komşular.

Söyleşi deyip de geçmemek gerek. Bu söyleşilerde düşünce alışverişi yapılır, bilmeyenler bilenlerden öğrenirdi. Köy odaları, halkın karşılıklı öğrenme yerleriydi. İletişim ve ulaşımın gelişmediği dönemlerde dünyada, ülkede, çevre yerleşim yerlerinde olup bitenler öğrenilirdi. Buranın bu yönüyle bir haberleşme merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Muhtar tarafından devletin bazı kararları, istekler burada bildirilirdi kasaba halkına.

Köy odasında, kasabanın önemli sorunlarını görüşmek için toplanılırdı. Bu sorunlar tartışılır ve katılanların onayıyla ortak kararlar alınırdı.

Yılın nerdeyse on ayı durmadan çalışan bir halkın birkaç ay burada görüşüp danışması, söyleşmesi çok görülmemeli. İş güç zamanı da buraya gelirdi kasabalılar seyrek de olsa bir dostu, bir yareni, bir komşuyu görmek için. Amaç, bir insan yüzü görmek ve onun sesini işitmekti. Çünkü insan olmadan tek başına yaşanmaz. Beşikten mezara dek insan, insana gerek. Köy odaları aynı zamanda imecelerin, yardımlaşmaların, dayanışma girişimlerinin örgütlendiği yerlerdir.

İsabey’deki köy odası aynı zamanda bir konukeviydi. Kasabaya dışarıdan gelen hallaç, demirci, kalaycı, tırpancı ya da özellikle onarım işi yapan bazı ustaların gecelediği yerdi burası. Bu ustalar, yılın belli zamanlarında gelip işlerini yaparlardı. Halkın işleri böylece kolaylaşırdı.

Konuklarla söyleşmek ise farklı bir zevkti. Çünkü onlar gezgin oldukları için köyden köye, kasabadan kasabaya giderlerdi. Bu gezginlikleri, onlara haber kaynağı unvanı kazandırmıştı. Birçok haber, değişiklik, yenilik, gelişme onlardan öğrenilirdi.

Belediyenin önündeki geniş alanın solundan yukarı, Derepınar’a doğru yürüdüğünüzde hemen sağ yanınızda yağhaneyi görürdünüz. Eskiden ülkemizin tam bağımsızlığı söz konusu olduğundan başka bir ülke topraklarımıza neyi yetiştirip yetiştirmeyeceğimize karar veremezdi. Köylümüz istediği ürünü ekip biçerdi. İşte, bu özgür dönemlerde Baklan Ovası’nın önemli ürünlerinden biri de haşhaştı. Haşhaşlar tarlada kurumadan sütü, yani afyonu, kozalaklar kesilerek alınırdı. Bu, değerli ürün satılırdı devletin denetiminde.

Haşhaşlar kuruduğunda kozalaklar toplanıp kasabaya getirilirdi. Kozalağı salladığınızda “haş” diye bir ses çıkar. Bu sallama işini hızlı ve kesintisiz olarak yaptığınızda bu sesi peş peşe işitirsiniz. “Haşhaş” sözcüğü dilimize Arapçadan gelmiş olsa da kozalaklarda çıkan bu sesin sözcüğün oluşumunda etkili olduğunu düşünebiliriz. Yani bu, aslında yansımadan oluşan bir sözcük.

Kozalaklar kırılır, içindeki küçük tohum topları torbalara doldurulup yağhaneye getirilirdi. Yağhanede haşhaşlar sıkılıp yağları çıkarılırdı. Haşhaş yağı bölgenin önemli bir lezzeti. Benim en sevdiğim ise sıcak yufkaya sürülerek yapılan dürüm. Bu lezzeti hiçbir zaman unutamam. Haşhaşlı çörekler, önemli bir yiyecek.

Haşhaş kozalaklarının dışı ve sapları yakacak olarak kullanılırdı. Bunların odlarıyla kim bilir ne denli lezzetli yemekler pişirilmiştir?

Haşhaş, ülkemizin önemli bir ürünü ve değerli bir geçim kaynağı. Haşhaştan yapılan her türlü yiyecek damaklara bayram yaptırır. Bu nedenle Afyon’a yolum düştüğünde haşhaştan yapılan her türlü yiyeceği almaya zorunluymuşum gibi gelir bana. Burada harcamanın ölçüsünü kaçırırım. Bunun da nedeni haşhaştır.

Ülkemizde haşhaş ekimi 1970’li yıllarda ABD’nin isteğiyle yasaklandı. Köy ve kasabalarda bulunan onlarca yağhane de işlevi bittiğinden işlemez oldu. Çok geçmeden Başbakan Bülent Ecevit, ABD’nin tüm baskılarına göğüs gererek ekonomik değeri yüksek bu güzel ürünün yeniden ekimini sağladı.

İsabey’deki köy odası da yağhane de zamana, teknolojik gelişmelere yenildi. Artık yerlerinde yeller esmekte. Toplumsal yaşamımızda önemli işlevleri olmuş bu tür yerlerin simgesel de olsa yaşatılması en büyük dileğimiz. Bu yolla hem tarihimize hem de yaşam kültürümüze büyük bir hizmet yaparız.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Mayıs 2024

 

19 MAYIS’I NASIL KUTLARDIK?


Resmi bayramlarda ilk şiirimi, ilkokula başlamadan önceki Cumhuriyet Bayramı’nda, Hayrat Merkez İlkokulu'nun bahçesinde okudum. “Ben Türk’üm” adlı şiirin yazarı, Halil Refet Tanışık’tı. Şiirimi ezberledim önceden. İlk kez kürsüye çıktığımdan heyecanlıydım. Yine de şaşırmadan okudum tüm dizeleri. “Ben yüce bir soydanım/ Ateş dalgası kanım/ Doğruyum, çalışkanım/ Türk’ün ne mutlu bana” ikinci dörtlüğe geçtiğimde heyecanım azalmıştı. “Şarktan garbe giderim/ Kıtalar fethederim/ Gücüm sonsuzdur benim/ Türk’üm ne mutlu bana” diyerek sürdürdüm şiirimi. Alkışlarla onurlandım.

O günlerde bayramları halkın çoğu izlerdi. Bayramlar, bayram gibi kutlanırdı. Kimse kalkıp da bayram günü, bayramları sorgulamazdı. Bunu yapanlar hem ayıplanır hem de onlara hain gözüyle bakılırdı. Çünkü ulusal bayramlar ulusumuzu birleştiren, Türk’ün kahramanlığını anlatan ortak günümüzdü.

Öğretmenlerimiz ulusal bayramlara günler öncesinden hazırlık yaparlardı. Korolar oluşturulur. Söylenecek türküler, şarkılar, marşlar ezberletilirdi. Koroda yer almak, öğrenciler için onur kaynağıydı. Bayramın özelliğine göre piyesler sahnelenirdi. Halk oyunları ekipleri çıkardı bayram yerine. Halk, öğretmenler ve öğrenciler birlikte coşarlardı. Her düzeydeki sınıflardan seçilen öğrenciler şiirler okurdu. Bir öğretmenimiz, birkaç öğrenci günün anlam ve önemini anlatan konuşmalar yapardı. Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşı’ndan anılar seslendirilir, bazıları ise canlandırılırdı öğrencilerce. Bayramda görev alan öğrencileriyle anne ve babaları gurur duyardı.

Bayram sabahı öğrenciler temiz önlüklerini giyer, kolalanmış yakalıklarını takardı. Öğretmenlerimizin giyimi, kuşamı, ağırbaşlılığı görülmeye değerdi. Halk da temiz giyinerek ve bayramlara tüm yüreğiyle katılarak ulusal birliğin temel taşlarını oluşturmaktaydılar.

Bayraklarımız Sümerbank’tan alınırdı. En güzel kumaşlardan yapılırdı Türk bayrakları. Bayraklar ütülenip sandıklara kaldırılırdı öpülüp koklanarak saygıyla. Zamanı gelince yine öpülüp alına götürülerek açılırdı gururla. Kalitesiz bir kumaştan bayrak yapmak, ulusal değerimize saygısızlık olarak görülürdü. Şimdiki gibi sentetik katılmış uyduruk, tek kullanımlık kumaşlardan bayraklar yapılmazdı o yıllarda. Bayrak demek, ulusun bağımsızlığı demekti. Ona gereken saygıyı göstermek, büyük bir yurtseverlik göreviydi.  

19 Mayıs’ın asıl gururunu, ortaokula gidince yaşamaya başladık. Okulun ilk günlerinde bando takımına girdim. Borazan çaldım bu ilk günden başlayarak. Bandodakiler, izci giysisi giyerdi o yıllarda. Bando takımıyla yaşadığımız kasabayı başından sonuna dek dolaşırdık. Okul arkadaşlarımız, uygun adımla ve ellerinde bayramla ilgili sözlerin yazıldığı dövizlerle akamızdan gelirdi. Sağımız solumuz, önümüz arkamız küçük çocuklarla ve köylerden gelenlerle dolardı. Onlar da bizimle yürürlerdi gururla. Kasaba halkının kimi bizimle yürür, esnaf ise dükkânlarının önünden alkışlarla bayram coşkusuna katılırlardı.

Bayramdan bir gün önce ceket ve pantolonumuz, kömür ütüleriyle ütülenirdi. Tertemiz giyinirdik. O günlerde neredeyse arkadaşlarımızın tümünün bir takım elbisesi olurdu. İkinci takım elbisesi olan çok azdı.

19 Mayıs, gençliğin bayramıydı. Bu nedenle gençlik, yetenek ve becerilerini gösterirdi. Jimnastik gösterisi başladığında diller tutulur, soluklar kesilirdi. Bu gösterilere, öğrencilerin tümü katılırdı. Erkek öğrenciler olarak annelerimizin diktiği kara spor donlarını giyerdik. Üstümüzde apak atletlerimiz olurdu. Yoksulluk diz boyuydu. O günün öğretmenleri, okul yöneticileri giyim mağazalarıyla anlaşıp öğrencileri oralara yönlendirmezlerdi. Velilerin cebinden çıkacak bir kör kuruşun bile boşa harcanmamasına özen gösterirlerdi tıpkı kendi paraları gibi. Velilinin parası demek, yurdun parası ve boşa harcanamazdı. Bayramlar, henüz tüketim toplumunun gösterişine feda edilmemişti.

Velilerimiz, akrabalarımız, komşularımız bayram coşkumuza ortak olurlardı. Ezberlerindeki şiirleri, maşları en gür sesleriyle ve tün ciddiyetleriyle okurlarda sabahtan akşama dek. İstiklal Marşı’mızı işittiklerinde büyük küçük demeden herkes hazırolda dururdu. İstiklal Marşı gür sesle söylenirken bayrağımıza bakanların gözlerinde yaş görmek olağandı.

Cumhuriyet yüzlerce yıldır ihmal edilen toprakları bayındır duruma getirmek için var gücüyle çalışmaktaydı. Tutumluluk, bir davranış biçimiydi. Savurganlığa yer yoktu. Kalkınmamızın ilk amacı, kendi kendimize yetmekti.

19 Mayıs, bir ulusun ayağa kalktığı gündü. Böyle bir günde oturmak yakışık almazdı. Küçük yaşta bizlere öğretmenlerimiz, ailelerimiz ulusal gururun nasıl yaşanacağını öğretirlerdi. Küçük eğinlerimizle büyük ülküleri beslerdik kocaman yüreklerimizde. Kendimizi, ulus zora düştüğünde gönüllü askerler olarak görürdük. Yurdumuzun bize gereksinmesi olduğunda her türlü göreve hazırdık. Çünkü bizler, yurda hizmet için doğmuştuk.

Tarihimizle gurur duyar, göğsümüz kabarırdı. Liberal masallarla, demokrasi yalanlarıyla kandırılmamıştı o yıllarda halkımız. Emperyalist ülkelere hayranlık yoktu. Tersine emperyalistlere karşı nefret ve kin vardı insanların yüreklerinde. Atatürk sevgisi tartışılmazdı. Tartışanlar ise meczup olarak nitelenir ve akıl sağlıklarından şüphelenilirdi.

Düzenlenen konserlerde ezgiler halk kokardı. Anlatılanlarda baş dik yaşamanın öneminden söz edilirdi. Birilerine, özellikle de düşmana el avuç açmanın ne denli onursuzluk olduğu vurgulanırdı.

19 Mayıs !919’da “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek yurdu kurtarmak için yola çıkan Atatürk, yaşamı boyunca “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” ilkesinden ayrılmadı. Özgürlük ve bağımsızlığın, var olmamızın vazgeçilmezi olduğu gerçeğini bir an olsun unutmayarak ulusumuzun 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Mayıs 2024