İsabeyliler,
her pazartesi sabahı yaz kış, bahar güz demeden Çal pazarına giderlerdi. Yalnızca
İsabeyliler mi? Çevredeki tüm köy ve kasabalılar…
Pazara
gidiş hazırlıkları birkaç gün öncesinden başlardı. Öncelikle pazarda satılacak
ürünler belirlenirdi. Bu ürünler, küçük keselere, torbalara, kasalara konurdu. Sonrasında
alınacakların listesi hazırlanırdı.
Dedem
Mustafa Voyvoda, pazara anneannem Fatma Hanım’la giderdi. Çünkü anneannemin
hesabı kitabı iyiydi. Kafası bir hesap makinesi çabukluğuyla işlerdi. Alınıp
satılanları kuruşu kuruşuna hesaplardı.
Sabahleyin
erkenden kalkılırdı pazara gitmek için. En temiz giysiler giyilirdi. Eskiden
motorlu taşıtlar, günlük yaşamımıza henüz girmemişti. Bu nedenle çarşı pazara
giderken at arabası, kağnı, eşek gibi araçlardan yararlanılırdı. Birçok kişi,
sırtında yüküyle yürüyerek giderdi yedi kilometrelik yolu. Yol boyunca at arabaları,
kağnılar, heybeleri dolu eşekler, sırtında yüküyle insanlar, pazarda satılacak
bir hayvanı ipinden çekip götüren kendini az da olsa kurtarmış çocuklara
rastlanırdı dizi dizi.
Sonradan
yaşamı kolaylaştıran kamyon, otobüs, dolmuş, traktör gibi motorlu taşıtlar
ortaya çıkınca ulaşımdaki güçlükler aşıldı. Artık yükleri motorlu taşıtlarla
pazara ulaştırmak, işleri kolaylaştırmıştı. Üstelik zamanın yollarda geçmesi de
önlenmişti bu yolla.
Pazartesi
sabahı gün doğmadan uyanırdı dedemle anneannem. Evdeki diğer yetişkin bireyler
de ayaklanırdı sabahın köründe. Önce at arabasına, pazara götürülecekler
yüklenirdi. Bu sırada atların karnı doyurulup susuzlukları giderilirdi. Koyun,
keçi, tavuk gibi hayvanların ayakları bağlanarak arabaya konurdu. Pazarda
satılacak büyükbaş hayvanlar ise arabanın arkasına bağlanırdı. Hazırlıklar
bittikten sonra atlar arabaya koşulurdu. Dedem arabanın önünde oturup
dizginleri eline alırdı. Anneannem de yanına kurulurdu.
İki
küçük dayım vardı o yıllarda. Afer (Ne yazık ki 38 yaşında uçmağa varan dayıma
ne biz doyduk ne de o yaşama doydu.) ve Ahmet… Afer Dayım, Ahmet Dayımdan iki
yaş büyüktü. Ahmet Dayım, evin tekne kazıntısıydı. Bu nedenle dedem onu küçük
yaşına karşın gittiği her yere götürmeye özen gösterirdi. Dedem, akşamdan onları
pazara götüreceğini söylerdi. Onlar da akşamdan hazırlanırdı pazara gitmek için
heyecanla.
Dedemin
onları pazara götürme gerekçesi ilginçti. “Yarın Çal pazarına gelin benimle de
biraz adam ağzı öğrenin.” derdi. Evet, adam ağzı öğrenmek… Nasıl da güzel bir söz…
Peki, adam ağzı öğrenmek ne demek ve nasıl olur?
Ülkemizin
birçok yöresinde “adam” sözcüğü, “yetişkin erkek” anlamında kullanılır.
Yetişkin olmanın bir sorumluluğu, bir davranış biçimi, bir ağırbaşlılığı
vardır. Eskinin yetişkin toplum adamları ağızlarından çıkan sözleri ölçüp tartarak
konuşurdu. “Boğaz dokuz (kırk) boğumdur.” atasözü, o dönemin insanlarının
belleğine kazınmıştı. Toplum içinde, ileri geri, dayanaksız, argo, küfürlü ve saygısız
sözler söyleyenler ayıplanıp toplumdan dışlanırdı. Adam toplumunda olmanın ağırlığını
taşımak gerekirdi. O ağırlık da herkeste bulunmazdı. Bu kişilere halk arasında “ekâbir”
denirdi. Adam meclisine girip söz dinleyip söz söylemek bir beceri, bir eğitim
işiydi. Yol yordam bilmeli. Görgü kurallarına uymalı. Ne zaman ne konuşacağını,
sırası gelince söz söylemek gerektiğini iyice kavramalı.
Dedemin
pazardaki işi bitince iki küçük oğlunu yanına alıp bir kıraathaneye giderdi. Mevsime
göre içeride ya da dışarıda otururlardı. Orada Çallı arkadaşlarıyla oturup
söyleşirdi. Çal ne de olsa küçük bir kent… Orada yaşayanlarda kent kültürü var
az ya da çok. Genellikle memurdan, esnaftan adamlar oturur buralarda. İki küçük
çocuk masanın bir yanında büzüşüp oturup konuşulanları dinlerlerdi. Konuşmanın
adabını öğrenirlerdi. Karşılıklı saygının insan ilişkilerinde yaşamında ne
denli önemli olduğunu kavrarlardı canlı örneklerle. Bu yaren meclisleri aslında
demokratik olgunluğun kazanıldığı yerlerdi. “Sözünü bil, pişir; ağzını der,
devşir.” atasözünün yaşama geçtiği yerlerdi bu adam meclisleri.
Dedem
ve dedem gibi davranan birçok kişi, tinbilim okumamışlardı. Ancak onların
eğitimi bir göreneğin getirdiği kurallarla biçimlenmişti. Halkın sağduyusu
onlara egemendi. Adam olmanın, adam ağzıyla konuşmanın kişi için ne denli
önemli olduğunun farkındaydı o dönemin insanları. Adam meclislerini, çocukları
için bir eğitim yeri olarak düşünmeleri çok değerli, çok önemli bir davranış.
Şimdilerde
öyle mi? Bir yerde oturan yetişkinler bile bir dost meclisinde ya cep
telefonuyla oynamakta ya da telefonda bağırıp çağırarak konuşmakta birlikte
oturup çay, kahve içtiği insanların varlığını hiçe sayarak. Saygı mı? Hak
getire… Adam ağzı öğrenmek mi? O da ne? Söyleşmenin oluşturduğu dostluk ortamı
mı? Çoktan tarihe karıştı bile.
Peki,
günümüzde çocuklarını dost meclislerinde adam ağzı öğrensin diye götüren babalar
var mı? Yok sayılır. Götürseler de çocuk bir sandalyeye tüneyip dizlerini çenesine
doğru çekerek elinde cep telefonuyla dünyadan bağını koparmakta. Ne sözleri işitmekte
ne de büyüklerinin oturup kalkışıyla ilgilenmekte.
Sabahtan
akşama dek televizyon karşısında oturanlar; bağırıp çağırarak konuşmayı, argo
söz kullanmayı, karşısındakine efelenmeyi bir beceri sanmaktalar. Çoğu kişi,
karşısındakine saygı göstermeyi bir eziklik, düşüklük olarak görmekte. Oysa
insan, sevgi ve saygısıyla insan olur. Bunun farkında olmayanlar ne yazık ki
çok…
“İnsan
sözünden, hayvan yularından tutulur.” Sözünü boşuna mı söylemiş atalarımız?
Çal’da
ve ülkemizin dört bir yanında adam ağzı öğrenilecek meclisler kurulup yarenlik ediliyor
mu acaba? Çocuğunu bu yaren meclislerine adam ağzı öğrensin diye götüren
babalar kaldı mı ki…
Adil
Hacıömeroğlu
18
Mayıs 2024
Ana babaların çocuklarını dost meclisine götürmeyi bırakın; onları sevecek, ilgilenecek, eğitecek, onlarla vakit geçirecek zamanları yok ya da çok kısıtlı. Üzülürüm zamane çocuklarına. Zaten küçük yaşlardan itibaren televizyon, tablet ve benzeri teknoloji zehirlerini çocukların eline tutuşturmalarının nedeni de bunun için. Oyalansın bana dokunmasın düşüncesi. Bizim zamanımızda sokak kültürü vardı. Oynadığımız oyunların ne isimlerini bilir şimdiki çocuklar ne de oynamasını. Çocuklarımı küçüklüklüklerinde mahrum bırakmadım iyi ki. Saklambaç, körebe, dokuz taş, yakar top, mendil kapmaca oynadık hep. Çok da keyif aldılar. Şimdi bile körebe oynarız ara sıra evde. Teknoloji tuzağında hapsolmuş bir nesil yetişiyor yazık ki.. Çocukluğunu yaşayamadan, düşünmeyi, sorgulamayı, hayatı, örfü_adeti öğrenmeden büyüyorlar. Aile terbiyesi almak vardır. Eğitim önce ailede başlar. Oysa şimdiki çocuklar sabahtan akşama kadar dört duvar arasında okullarda yetiştirilmesinin yeterli olacağını düşünen ana babaların idrakına mahkum. Çoğu kendi halinde. Artık ortaya ne çıkarsa.. 😞Nilgün Baş
YanıtlaSilO güzel insanlar yanlarına toplumsal birliktelik sağlayan her şeyi götürdü,yanlarında. Bize kıyamet alametleri dedikleri kaldı.
YanıtlaSilAdil bey, maalesef son dönemdeki tv yayınları da anne, baba ve çocuk eğitiminde olumsuz sonuçlar doğurdu. Gündüz kuşağında birbirleriyle kavga ettirilen insanları görüyorlar. Akşam yayınlarındaysa silah, kavga, cinayet. Gençlerin yürümeleri, birbirlerine hitap şekilleri bile değişti. Bu durumun sonucu olarak da hepimizde oluşan en belirgin his güven kaybı ve bananecilik. Geçenlerde yanındaki çocuklu kadının üzerine yürüyen birine “Aaa n’apıyorsunuz” dediğimde aldığım sertçe cevap “Sana nee, sen işine bak” diye bağırmak oldu. Bu gibi örnekler öyle çok ki inanın artık tepki vermeye korkar oldum.
YanıtlaSilSözü dinlenen, yol yordam bilip örnek olanları dinlemek isteyen de yok artık. Hele büyük şehirlerde sanıyorum ne komşuluk kaldı ne de mahalle dediğimiz büyük aile.
ŞBY/Zonguldak