TARİH KURULTAYINDA MACAR PROFESÖR


Atatürk; öncelikle Türk Tarih (15 Nisan 1931), Türk Dil (12 Temmuz 1932) kurumlarının kurulmasına öncülük etti. Çünkü bir ulus, dili ve tarihi olmadan yaşayamaz. Bir ulusu, ulu bir ağaca benzetirsek tarih, o ağacın kökü, gövdesi ve dallarıdır. Her baharda kökten ve gövdeden çıkan filizler ise o toplumun ülküleri. Bu iki kurumun gelişmesi için Büyük Gazi, insanüstü bir çalışma gösterdi. Yapılan çalışmaları yakından izledi. Zaten dil ve tarih birbirine bağlı iki büyük toplumsal ırmak değil mi?

Büyük Kurtarıcı, Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni özellikle kurdu. Çünkü coğrafya olmasa tarih de dil de olmaz. Dil de tarih de coğrafya da birbirine bağlı olmazsa olmazlar bir ulusun varlığı için.

Türk Tarih ve Dil kurumlarının kurulması, yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada yaşayan Türkler arasında büyük bir heyecan yarattı. Türk tarih ve dil çalışmalarına katkı yapmak için konunun uzmanları kolları sıvadı. Atatürk, farklı kişilerce hazırlanmış Türk tarihi ve diliyle ilgili kitapları, sözlükleri getirtti. Gece gündüz demeden bu yapıtları inceledi. Okuduklarını, konunun uzmanlarıyla tartıştı. Araştırmacılarla görüş alışverişinde bulundu. Halk bilgeleri, öğretmenler ve üniversite öğretim üyeleriyle görüştü. Bu iki kurumun bilgi belleğini oluşturmak için olağanüstün bir çaba gösterdi.

Dönemin tanınmış Macar profesörlerinden Zayti Ferenç’i Türkiye’ye çağırdı. Onu, Türk’ün üstün konukseverliğiyle ağırladı. 6, 8, 12 ve 15 Temmuz 1931 taihlinde onunla dört kez uzun görüşmeler yaptı Gazi Paşa. Ferenç’in Türk tarihi ve dili üzerindeki görüşlerini dinledi. Ona, kendi düşüncelerini anlattı.

“Macar alimi ve Türk-Macar Derneği Başkanı Prof. Zayti Ferenç 1932’de yapılan Türk Tarih Kongresi’ne davet edilmişti. İri cüssesi ve tecessüs içinde yanan gözleriyle, misafir alim, bir akşam yemeğinde, Atatürk’ün sağında yer aldı. Çok geçmeden, sofra, cazibesine doyulmaz bir ilim ve kültür sahnesi oldu. Atatürk, bir aralık, kendine has ruh değişimlerinin en güzellerinden biri içinde, sima ve mana değiştirdi. Ve gördük ki, kudretli aksiyon ve hayat adamından, şimdi, birdenbire bir fikir ve hikmet adamı olmuştu. Keskin zekâsı, hâkim ruhu, realist görüşü, alevden bir hitabet seli halinde sofrayı sardı. Ve yanındaki seçkin misafire dönerek:

‘Profesör’ dedi ‘Türkler ve Macarlar iki kardeş millettir… Dilleriyle, kültürleriyle iki kardeş millet… Fakat bu iki kardeş millet ne yaptı? İki kardeş millet gibi mi, kendi yüksek milli gayelerini ve büyük geleceği düşünen ve gören iki olgun kardeş gibi mi hareket etti? Hayır, ne yazık ki hayır… Biz Türkler, ilayi kelimetullah diye, bir fedai gibi İslam aleminin önüne geçtik, siz Macarlar ruhullah diye yine bir fedai gibi Hıristiyan dünyasının önün düştünüz ve asırlarca birbirimizi kırdık ve karşılıklı kırıştık, değil mi? Fakat ne için? Hangi büyük maksat, hangi milli gaye, hangi yüksek gelecek için? Ve kimin için? Kimin hesabına? Böyle yapacağımıza, eğer gurur ve ihtirasa, boş davalara, manasız, hayalperest emellere ve başkalarının maksatlarına kapılmayıp da iki kardeş millet el ele barış içinde birleşseydik, hem kendi milletimizin, hem de bütün insanlığın refah ve saadetine hizmet etmez miydik?..’

Bu derin hikmet ve cesur realist görüş tecellisi önünde, Macar alimi, ruhundan yaralanmış bir canlı heykel gibi, yüzü kıpkırmızı ve gözleri dolu ayağa kalktı, sandalyesini geriye itti ve Atatürk’ün önünde iki dizi üstünde çökerek ve onun elini iki eli arasına alarak, tekrar tekrar öptü, öptü, mukaddes hakikat önünde huşu ile ibadet eder gibi yüzüne, gözlerine sürdü. Bu ulvi manzara önünde sofrayı bir mabet sessizliği kaplamıştı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 25, Birinci Basım: Nisan 2009, s. 378-379, dipnot)”

Atatürk’ün bir akşam yemeğinde, Macar bilim adamı Prof. Zayti Ferenç’e yönelik konuşmasında görüldüğü gibi Ulu Önder’in derin bir tarih bilgisi var. Tarih konusundaki gerçekçiliğine, derinliğine, çözümleyici mantığına şapka çıkarılır. Tarihsel gerçeği ve somut durumu, doğru kavramayan bir kişiden siyasetçi olmaz. Olursa ne mi olur? O kişi, ülkesini felaketlere sürükler. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Tarihten ders almayan uluslar, bunun bedelini çok ağır öder.

Aynı kökten, aynı kültürden geldiğimiz birçok toplumla yabancılaşmak, hatta onlarla düşman olmak ulusumuza hep zarar verdi. Bu nedenle kültür, dil, tarih ve köken birliği olan toplumlarla ilişkilerimizi düzeltmek, yıkılan köprüleri yeniden kurmak siyasetçilerin de yurttaşlarımızın da görevi. Dünyanın dört bir yanında aynı dilin farklılaşmış biçimlerini konuşan uluslarla yakınlaşmayı sağlamak, ayrılıkları ortadan kaldırmak amaç edinilmli.

Atatürk’ün Sayın Ferenç’e anlattığı tarihsel gerçekleri unutmamalı, onlardan ders almalı. Gerçekçi ve içten bir konuşmanın etkileyemeyeceği bir kişi yoktur bu dünyada. Zaten insanoğlunun yaşamdaki amacı, gerçeğe ulaşmak değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         29 Eylül 2024

 

 

TÜRKÇE İÇİN YOLLARA DÜŞEN KÖY ÖĞRETMENİ


Bir yurttaşın anadiline sevgisi, saygısı ve ona karşı sorumluluğu bilinç işi. Her yurttaş, anadili yok olduğunda ulusal kimliğinin de ortadan kalkacağının bilincinde olmalı. Bu bilinçle dilini, dolayısıyla ulusunun varlığını korumalı.

12 Temmuz 1932’de, Türk Dil Kurumu kuruldu. Bu, halkımızda büyük bir heyecan yarattı. Türkçe sevisi yüreğine işlemiş birçok yurttaş çorbada benim de tuzum olsun düşüncesiyle harekete geçti. Zaten Atatürk, halktan kişilerin dil çalışmalarına katılmasını istemekteydi. Ruşen Eşref Ünaydın’ın dil çalışmalarıyla ilgili notlarından ilginç bulduğum birini sizlerle paylaşayım.

“Bir gün sert kara sakallı, pek sık, fakat yana yatık kara saçlı, etine dolgun biri geldi: Bir Orta Asyalı tipi. Koynundan buruşmuş bir mektup çıkardı. Eskişehir’in Arapören köyünde muallimmiş. Yer gösterdim. Konuştuk. Dikkate değer sıkılgan görünüşlü, fakat sağlam duruşlu, çetin çalışkanlığı belli bir adam.

Az çok Buhara ve Dobruca ağzına çalar bir şive ile:

-Kitaplarımı da aldım geldim.

-Nerede?

Dış kapıda bıraktımdı.

-Söyleyelim alsınlar.

Derisi epey yüzülmüş bir bavul getirdiler. İpini çözdü. Odaya köy kokusu yayan koskoca bir kitap çıkardı. Uçları biraz karartılı ve kıvrık yaprakları kalın ve yavaş parmakları ile çevirdikçe kurşunkalemi uçukluğunun ancak belirtebildiği birtakım yazılar görünüyor. Bunlar, bu adamın yıllardır topladığı veya Divanı Lügatı Türk’ten Türkçeye çevirdiği binlerce sözdü.

[…]

Bavulunu da, adresini de bize bırakıp gitti. Bunu Hami Reis Hazretleri’ne arz ettim. Alaka gösterdiler. Kitabı gözden geçirdiler. Kendisini çağırttılar, görüştüler.

Bunca gün, bunca insan görmüş o yaşlı başlı adam, Gazi’nin huzurunda bir çocuk kadar utangaçtı. Birbirine kenetlenmiş, birbirini uğuşturur ellerine alnından iri iri ter damlıyordu.

Çıktıktan sonra:

-Ağzım dilim tutuldu. Ben kim, Gazi kim!.. Bize bu çoktur… Biz o Süleyman’ın karşısında karınca bile değiliz yahu! dedi.

Böylece, kırk yıl yanındakilerden başka kimse bilmeyerek çalışmış köy hocası Numan Efendi, bir iki gün içinde bütün gazetelerin adını sanını bildirdiği, resmini bastığı tanınmış bir adam oldu.

Gazi Hazretleri, Çağatay Lügati’nin, eksikleri giderilip doğru telaffuzlarla yeni imlaya geçirilip basılmak üzere hazırlanması işini Numan Efendi’ye verdi. Saray’da kalıp çalışmasını emretti. Numan Efendi, bu işi, yanına alacağı, Batı dilleri bilir bir iki mütehassısla başarabileceğini bana söyledi. Arz ettim. Pekiyi dediler. Türkiyat Enstitüsü’nden Abdülkadir Bey’le, Diş Mektebi’nden mezun Mecdi Bey de bu işe alındı. Böylece, yakında basılacak olan Çağatay Lügati üzerinde çalışmalar başladı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 25, Birinci Basım: Nisan 2009, s. 385-386)”

Eskişehir’in Seyitgazi ilçesine bağlı Arapören (Şimdiki adı Doğançayır) köyünün öğretmeni, köyündeki işini gücünü bırakarak kalkıp İstanbul’a gelmiş. Niye mi? Yıllardır biriktirdiği dille ilgili çalışmalarını Atatürk’le paylaşmak için. Atatürk bekletmeden kabul ediyor Numan Öğretmen’i. Onun alınteri akıtıp emek harcayarak yaptığı dil çalışmalarının Çağatayca bir sözlüğe dönüşmesi için gerekli yardımları yapıyor. Onu, Dolmabahçe Sarayı’nda konuk ediyor.  

Atatürk, Anadolu’nun adı bilinmez bir köyünden koşup gelen Numan Bey’i, Saray’da konuk ederek halka karşı olan sevgisini ve bilgiye verdiği değeri gösterdi. Atalarımız: “Başak olgunlaştıkça başını aşağı salar.” sözünü boşuna mı söylemiş? Yedi Düvel’e baş eğdirmiş yüce komutan, kendi yurttaşına karşı son derece alçakgönüllü. Bu olay bile Atatürk’ü anlatmaya yeter de artar bile.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Eylül 2024

 


TÜRK DİL KURULTAYI


Atatürk, Türk dilinin varsıllaşması ve yabancı dillerin etkisinden kurtulması için önemli çalşmalar içindeydi. Fırsat buldukça dil uzmanlarıyla görüşüyor, Türkçe konusunda yazılan makaleleri ve kitapları okuyor, bunlara koşut olarak farklı sözlükleri inceliyordu. Kimi zaman dil uzmanları, yazarlarla bir araya gelip konuyla ilgili tartışmalar yapıyordu. En iyiyi ortaya çıkarmak için her düşüncedeki kişiyle konuyu görüşüyordu. Çalışmaları sonunda Türk Dil Kurultayı’nın toplanmasına karar verdi. Bu Kurultay’a yazarların, dil uzmanlarının ve öğretmenlerin katılmasını istiyordu. Ne yazık ki dil uzmanı sayısı, parmakla sayılacak kadar azdı. Var olanların Kurultay’a katılmasını sağlayıp onların düşünce ve önerilerinden yararlanılmalıydı.

Türk Dil Kurumu, 12 Temmuz 1932’de kurulduğunda başkanlığına Samih Rifat’ı (Şiirde Garip akımını başlatanlardan Oktay Rıfat’ın babasıdır.), yazmanlığa Ruşen Eşref Ünaydın’ı, üyeliklere de Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Celal Sahir Erozan’ı öneren Atatürk’tü.

Birçok yazar ve dil uzmanı Kurultay’a çağrıldı. Çalışmalar, Samih Rifat’ın öncülüğünde yapılacaktı. Atatürk, sık sık onunla ve Ruşen Eşref’le görüşmekteydi. Ancak Samih Bey çok hastaydı. Atatürk Yalova’dayken çağrılmasına karşın sağlığı nedeniyle gelememişti oraya. Paşa, Dolmabahçe’ye döndüğünde Samih Bey’e telgraf çekildi. Ancak onun sağlığı buna el vermedi. Evinde yatıyordu iyileşmek için. Burada sözü Ruşen Eşref’e verelim:

“Samih Rifat Bey’den ne ertesi gün bir cevap alınabildi ne de daha ertesi gün… Kısıklı polis noktasına telefon edildi. Samih Rifat Bey’in gelemeyecek kadar hasta olduğu öğrenildi. Bunu Reisicumhur Hazretleri’ne arz ettim. Üzüldüler. Buyurdular ki: ‘Yarın Operatör Kemal Bey ve Hasan Rıza Bey’le birlikte gidip görürseniz çok iyi olur, tarafımdan hatırını sorunuz. Yürüyebilecek gibiyse alır gelirsiniz. Dolmabahçe’de bana misafir olsun. Burada tedavisine baktırılır. Doktorlar daha kolay gidip gelebilir.’

Ertesi gün, Operatör M. Kemal Bey, Riyaseti Cumhur Kalemi Mahsus Müdürü Hasan Rıza Bey ve ben, bir motorla Üsküdar’a geçtik. Samih Rifat Bey’in köşküne çıktık. […]

Getirdiğimiz selama, davete pek sevindi. Nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. ‘Ben zaten kaç gündür Yalova’ya gideceğim diye Oktay’a kitap bavulumu hazırlatıyordum’ diye iki kanadı büyük bir kitap gibi açık duran bavulu gösterdi. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 25, Birinci Basım: Nisan 2009, s. 381-382)”

Hasta yatağındaki Samih Rifat, Dolamabahçe Sarayı’na getirildi. Kendisine ayrılmış odaya yerleştirildi. Hem doktorların sıkı gözetimi altına girdi hem de Atatürk’le Türk dili konusunda yapılacaklarla ilgili görüş alışverişinde bulundu. Samih Rifat’ın Dolmabahçe’ye getirilmesi, Gazi Paşa’nın Türkçeye ne denli önem verdiğinin göstergesi. Çünkü o, Türk ulusunun sonsuza dek diliyle var olacağının bilincindedir.

Gelelim Agop Martayan’ın (Dilaçar’ın) Türk Dil Kurultayı’na katılmasına…

“Kurultay toplanacağı sözü, değil yurtiçindeki bilirleri, sınırlarımız aşırı dil bilginlerini bile hıza getirmişti. Bir sabah, Ermenice iki makale aldım: Agop Martayan imzalı… Tercüme ettirdim: Türk dilinin eksikliği ve köklülüğü, başka dillerde bıraktığı izler üzerine idi… Hami Reis’e arz ettim. Bir iki gün sonra yine o imzanın yeni bir tezi daha geldi. Reisicumhur Hazretleri bu yazıları yazanın nerede olduğunu sordular. Öğrendik ki Sofya’da imiş. Kurultay’da hazır bulunmak ve tezini anlatmak üzere getirilmesi için emir verdiler. (Aynı yapıt, s. 386-387)”

İçişleri ve dışişleri bakanlıkları devreye girer ve Agop Martayan’ın Kurultay’a katılımı sağlanır. Atatürk, yalnızca çok bilinen dil bilginlerinin değil; yurdun her köşesindeki ve yurt dışındaki dil uzmanlarının da dil çalışmalarına katılmasını sağlamak için elinden geleni yaptı. Onun için önemli olan, diliyle sonsuza dek yaşayacak olan Türk ulusuydu.

Atatürk, tüm çalışmalarında tek başına değildi. Konuyla ilgili uzmanların görüşlerine değer verdi. Yararlandığı uzmanların kimliğine, etnik kökenine, inancına bakmadı. Hz. Muhammed’in “İlim, Çin’de olsa alınız.” sözü uyarınca davrandı. O, usçu bir bakış açısıyla bilimi kılavuz edindi. Bilim adamlarına, herhangi bir alanda uzman olanların düşüncelerine çok değer verip saygı duydu. İşte, Atatürk’ü Atatürk yapan da bu değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Eylül 2024

 

 

 

TÜRK DİL BAYRAMI


Bugün, Türk Dil Bayramı’nın 92. yıldönümü…

Atatürk’ün önderliğinde Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşundan sonra sıra Türk dili üzerindeki çalışmalara gelmişti. Büyük Önder, zaman yitirmeksizin dil çalışmalarına başladı. Bu işe öncülük yapacak kurullar oluşturuldu. 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. 26 Eylül 1932’de ise Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı Dolmabahçe Sarayı’nda. Bu kurultay, dokuz gün boyunca gece yarılarına dek aralıksız çalışmış, 5 Ekim 1932’de sona ermiştir. Gazi Paşa, bu çalışmaların hepsini başından sonuna dek izledi.

Atatürk’ün önerisiyle Türk ulusunun tümü, Birinci Türk Dil Kurultayı’nın doğal üyesi sayıldı. Bu nedenle isteyen herkes toplantılara katılıp konuyla ilgili düşünce ve önerilerini sunabilirdi. Buna koşut olarak Kurultay’daki görüşmeler, radyodan anında yayımlandı. Bazı kent alanlarında, halkın konuşmaları dinlemesi için sesbüyütler takıldı. Halk; buralarda, evlerinde ve işyerlerinde Kurultay çalışmalarını izlediler.

Kurultay’a türlü kesimlerden aydınlar, yazarlar, dil uzmanları katıldı. Atatürk; saz şairlerinden, halk hatiplerinden hiç olmazsa birkaçının Kurultay’a çağrılmasını istedi. Çünkü ulusun dili, ancak halkın katılımıyla biçimlendirilebilirdi.

Kurultay’da konuşulacak konular önceden belirlendi.

“A) Dilin kökenleri

1-   Türk dilinin eskiliğine ve:

a)    İndo-Europeem dillerle,

b)   Bütün beyaz ırklar dilleriyle,

c)    Asya ve Avrupa’nın başka dilleriyle münasebetleri üzerine tetkikler.

2-   Türk dilinin doğrudan doğruya kendi muhit şartları içinde gelişmeleri.

a)    Lehçeleri,

b)   Tarihi gramerleri ‘fonetik, şekliyat (morfoloji), sentaks’,

c)    Kelime hazineleri (lügatler),

d)   Her türlü yabancı tesirlerden uzak olarak gösterdiği yüksek edebi kabiliyet.

3-   Bu kabiliyetin halk dilinde sürmesi ve yazı dilinde sönmesi (halk edebiyatı-divan edebiyatı).

Bunlarda etken olan sebepler: dilin yakın mazisinin tetkiki.

B) Türk dilinin bugünkü hali, asri ve medeni ihtiyaçları.

4- Tanzimat’tan bugüne kadar Türk dili ve gösterdiği değişiklikler:

a)    Şekliyat (morfoloji),

b)   Sentaksa,

c)    Kelimeler (vocabuliare)

d)   Terimler,

5-   Türk dilinin asri ve medeni ihtiyaçları nelerdir?

C) Türk dilinin gelecekteki gelişmeleri.

6- Gaye, Türk dilini bugünkü ve yarınki medeniyeti kemali ile kucaklayabilecek en güzel şiveli ve ahenkli bir ifade vasıtası haline getirmek olduğuna göre:

a)    Şekliyat,

b)   Sentaks,

c)    Kelime teşkili,

d)   Terim koyma

sahalarında dilin bütün ihtiyaçlarını gidermek, düşünüş tarzını asrileştirecek ve Batılılaştıracak hale getirmek; yeni vakıaları ifade edecek yeni kelimeler teşkilinde önceden hazırlanmış ve tespit edilmiş esaslar ve kaideler hazırlamak. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 25, Birinci Basım: Nisan 2009, s. 384)” Görüldüğü gibi Birinci Türk Dil Kurultayı’nda dilimizin sorunlarının ayrıntılı bir biçimde görüşülmesi önerildi. Bunun yanı sıra Türk dilinin gelişmesi için nelerin yapılması gerektiği de gündemin asıl konusuydu.

         İşte, Atatürk’ün öncülüğünde 26 Eylül 1932’de, Türk Dil Kurultayı’nın toplandığı 26 Eylül günü o günden beri Türk Dil Bayramı olarak kutlanmakta. Bu güzel bayram, hepimize kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Eylül 2024

ÇOCUKLAR ADİLDİR


Bir bebek doğduğunda büyük bir yaşama umuduyla dünyaya gelir. Bu umut, öylesine yüksektir ki onun derecesini ölçmek olanaksız. O umuttur ki onu yaşama bağlar. Doğduğu anda, karşılaştığı onca zorluğu aşmasını sağlayan da yaşama umududur.

Dünyaya olağanüstü bir umutla gelen çocuk, olumlu düşünür. O; henüz olumsuzluk, adaletsizlik, haksızlık, kötülük, karamsarlık gibi insan doğasını örseleyen şeylerle tanışmamıştır. Zaten bu olumsuzluklar, onun çocuk dünyasında tutunacak bir dal bulamaz. Bebeğin duygusu, düşüncesi doğduktan sonra onun yaşama bağlanmasını sağlayan annesinin sütü gibi ak, duru ve temizdir. Bu aklığın içinde en küçük bir leke bulunmaz olumsuz düşünceyle ilgili.

Çocuk gün geçtikçe büyümeye başlar. Büyüdükçe çevresinde var olan insanları ve diğer varlıkları fark edip tanır. Birçok şeyi, önce aynı evde yaşadığı kişilerden, sonrasında ise çevresindekilerden öğrenir. Birçok şeye tank olup onlardan çokça bilgi ve davranış kopyalar. İşte, bu aşamada çocuğun anne sütü gibi apak olan duygu ve düşüncelerine ilk çöpler düşmeye başlar. Böylece duygu ve düşüncedeki aklık, duruluk, temizlik kirlenmeye başlar yavaş yavaş bu çöplerle.

Çocuk, büyüdükçe büyüklerinden yalanı, ikiyüzlülüğü, adaletsizliği, haksızlığı, insanların arkasından dolap çevirmeyi öğrenir. Çocuğun tanık olduğu adaletsizlikleri, haksızlıkları anlaması çok kolay. Çünkü onun için bu tür düşünce ve davranışlar oldukça yabancı. Olumlu düşünce ve davranışa odaklı doğası, olumsuzlukları kolayca anlar.

Çocuklar, her şeyi somut düşünür. Ergenliğe girişle soyut düşünme de başlar. Büyüklerin anlattıklarını, davranışlarını hep somut olarak düşünür. Bu da onu gerçekçi yapar. Böyle düşünen bir çocuğun elindeki, gönlündeki adalet tartısı hiç şaşmaz. Çünkü o tartı somut yaşamın gerçekçiliğine göre ayarlı. Yanlışı, haksızlığı kim yaparsa yapsın bunu kabullenmez küçük adam. Adaletsizlik, yaşamın gerçeğine uymaz. Tüm insanlar doğduklarında eşit. Bu eşitliği bozan, yetişkinlerin hırsları, dizginlenemez bencillikleri, kendi aralarındaki üstünlük yarışları, doymak bilmez açlıkları.

Varsıllığı, yoksulluğu, haklılığı, haksızlığı ortaya çıkaran yetişkinler... Büyükler, kendi ürettikleri kavramlarla çocuğun temiz belleğini kirletir günden güne. Adaletsizliğe giden yolun taşlarını oluşturan kavramları, çocuğun belleğine çivi gibi çakar ailesi ve çevresi. Büyüklerin yaptıkları yanlış davranışlar, zamanla onlara örnek oluşturur. Çocuklar, büyüklerinden göre göre öğrenir birçok şeyi. Büyükleri gibi konuşmaya, onlar gibi davranmaya özen gösterirler. Çocuk hem eğinsel hem de tinsel yönden bir an önce büyümek ister. Bu öykünmenin nedeni bu.

Çocuklar gerçeği saklamayı, yalan söylemeyi, yele göre yön, mevsime göre renk değiştirmeyi büyüklerinden öğrenir. Onların doğasının, doğuştan var olan gerçekçilik ve adalet pusulasının şaşmasına neden olan örnek aldıkları büyükleri. Zaten yalan söyleyen çocukların aradan çok fazla zaman geçmeden gerçeği söylemeleri bundan. Çünkü onların vicdan tartılarının ayarları tamamen bozulmamış, vidaları gevşememiştir.

Çocuklar adildir. Onların adaletine, vicdanına güvenmeli. Haksızlığı en yakını yapsa da gerçeği söyler. Atalarımız bunun için “Çocuktan al haberi.” sözünü söylediler. Çünkü çocuktan alınan haber doğudur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Eylül 2024

,

YERSİZ İNCELİK VE TÜRKÇE


Oğlum bebekti. Her bebek gibi düzenli olarak çocuk sağaltımcısına götürüyorduk onu. Zaman zaman bazı sağlık sorunları olduğunda da sağaltımcının kapısını çalıyorduk. Dünya üzerinde sorunsuz büyüyen çocuk yoktur sanırım.

Sağaltımcıya gittiğimizde sıramızı beklerken bizim gibi bebekleri olan anne ve babalarla tanışıyorduk. Çocuklarımızın sorunlarını konuşup dertleniyorduk. Çoğu zaman da birbirimizin deneyimlerinden yararlanıyorduk. Daha çok anneler konuşuyor, biz babalar dinliyorduk. Bu dinlemeler sırasında eşlerimizin söylediklerini onaylıyorduk çoğu zaman. Her anne ve baba çocuklarıyla ilgili en büyük sorunu kendilerinin yaşadığını düşünür. Atalarımız “Eldeki yara, yarasıza duvar deliği.” sözünü boşuna söylememiş. Herkes kendi çocuğun sorununun daha önemli, yaşamsal ve ivedilik gösterdiğini düşünmekteydi.

Bir gün yine sağaltımcıdayız. Bekleme salonu kalabalık… Karşımızdaki koltukta şişman bir kadın oturmakta kucağında bebeğiyle. Yanındakine çocuğunun sorunlarını anlatmakta. “İştahımız yok, ishaliz.” Eyvah, eyvah…” diyorum içimden. “Çocuğunun iştahı yok da senin de mi iştahın yok? Ne iyi zayıflarsın biraz. Bir de ishalsin, öyle mi?” Kadın, sürdürüyor konuşmasını: “Huysuzuz, gece çok ağlıyoruz.” “Doğrudur…” diyerek içimden yanıtlıyorum onu. “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur.” diyorum. “Huy geçişkendir anneden çocuğa.” Konuşmalar, böyle sürüp gidiyor.

Çalıştığım eğitim kurumu, öğrencileri merkezi sınavlara hazırladığından veliler sık sık bizimle görüşmeye gelirlerdi çocuklarının durumuyla ilgili. Babalar işte oldukları ve de başlarını kaşıyacak zamanları olmadığı(!) için genellikle anneler ilgilenirdi çocukların eğitim işleriyle. Merkezi sınavlar, büyük bir yarış… Annelerin çoğu da iyi yarışçılar kendilerince. Usa gelmez çalışmalar yapmaktalar. Çocuklar, yarış atı gibi her şeyleri kontrol altında.

Annenlerle en sık yaptığımız söyleşiler şöyle… “Adil Bey, Türkçemiz iyi değil.” deyince karşımdaki kadın. Hemen yanıtlıyorum onu: “Olur mu öyle şey, sizin Türkçeniz çok iyi. Çocuğunuzun Türkçesinde biraz sorun var.” Bazıları ne demek istediğimi anlamıyor, ancak yine de ben bu çoğul öznelerin kullanılmasıyla bıkıp usanmadan savaşıyorum. “Test sonuçlarımızı öğrenmeye geldim.” dersaneye gelme nedenini anlatmak istiyor veli. “Siz sınava mı girmiştiniz?” diye gülümseyerek soruyorum. O: “Hayır, çocuğum girmişti.” diyor, biraz da durumu anlayarak.

Beni en çok güldürüp şaşırtan ise şu: “Babamız, bu işlerle ilgilenmez.” sözü. İçimden “Siz babanızla mı evlisiniz.” tümcesi geçiyor acı bir gülümsemeyle. Bunu söyleyemiyorum. Onun tümcesini “Çocuğunuzun babası, yani eşiniz ilgilenmiyor ders çalışma ve sınav işleriyle.” diyerek düzeltmeye çalışıyorum. Anne, anlıyor ne demek istediğimi ve yüzü hafifçe pembeleşiyor. Bu konuda örnekler çok…

Tekil olması gereken bir tümcenin öznesini çoğul olarak söylediğimizde her şey tepetaklak oluyor. Tümcenin anlamı değişiyor. Kişi, anlatmak istediğini anlatamıyor. Bunun nedeni, gereksiz yere tümcenin öznesi ve yükleminin çoğul olarak söylenmesi. Amaç; daha güzel konuşmak, biraz da incelik göstermek. Aşırı incelik gösterme isteği, ne yazık ki dili bozuyor. Zaten dilimiz Türkçe, yapısı gereği inceliklerle dolu. Dilin doğal inceliği içinde duyup düşündüklerimizi anlatabiliriz kolaylıkla. Bu nedenle dilin kurallarını çok fazla zorlamaya gerek yok! Annemizden öğrendiğimiz anadilimizin inceliği, zaten kaynağından gelmekte. Dünyada annelerin inceliği, başka hangi varlıkta var ki?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Eylül 2024

                                                                 

 

GAZİLER GÜNÜ


Bugün Gaziler Günü… Peki, bugüne neden Gaziler Günü denmiş?

Ulusal bağımsızlığımızın dönüm noktasıdır Sakarya Savaşı. Bu savaş, 23 Ağustos 1921 Salı günü başlamış, 13 Eylül Salı günü TBMM ordularının utkusuyla sona ermiştir. 1683 II. Viyana bozgunundan beri sürekli geriye çekilen Türk ordusu, Sakarya’da Haçlı ordusunu durdurmuş ve ilerlemesini önlemiştir. Türklerin Anadolu’dan atılamayacağı gerçeği tüm dünyaya kanıtlandı bu savaşla. İşte, Sakarya Utkusu’nu tarihimizin dönüm noktası yapan budur.

Sakarya Savaşı’ndan sonra Atatürk, TBMM’ye bu savaşla ilgili bilgi verir. Her şeyi ayrıntılarıyla anlatır milletvekillerine 19 Eylül 1921 günü. Konuşması coşkuyla alkışlanır. Konuşmanın bitiminde milletvekilleri, TBMM başkanlığına birkaç önerge verir. Bunlardan biri, aynı zamanda milletvekili de olan Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nündür. Önerge, cepheden gönderilmiştir TBMM’ye.

“Batı Cephesi

14/15 Eylül 1.45 evvel

Bizzat muharebe meydanındaki tedbirleriyle muzafferiyetin etkeni ve müessiri olmuş olan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne müşirlik rütbesi ve gazilik unvanı tevcihini teklif ve istirham ederiz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu tevcihini milletimiz tarafından doğrudan doğuya bütün orduya müteveccih bir takdir ve taltif eseri olacağı kanaatinde bulunduğumuzu az ederiz.

Kozan Mebusu                               Edirne Mebusu

        Fevzi                                              İsmet

(Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 11, İkinci Basım: Nisan 2005, s. 411-412)

Bu önergeden sonra Mustafa Kemal Paşa’ya gazilik unvanı ve mareşallik verilmesine ilişkin 64 imzalı kanun teklifi de okunur.

“Reis [Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Beyefendi]: Yine aynı mealde Erzurum Mebusu Durak Bey’in, Aydın Mebusu Tahsin Bey’in, Siird Mebusu Halil Hulki Efendi’nin de önergeleri var.

Efendim, müstaceliyet kararı ile bu teklifin gündeme ithali ile acil olarak müzakeresini kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edilmiştir. Müzakere edeceğiz. Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne gazilik unvanı verilmesine ve müşirlik rütbesi tevcihine dair kanun:

Madde 1: Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne gazilik unvanı verilmiş ve müşirlik rütbesi tevcih edilmiştir. Reis [Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Beyefendi]: Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Kabul edilmiştir. (Aynı yapıt, s. 412)”

TBMM’deki görüşmelerin birinci oturumu bitti, ara verildi. Ardından ikinci oturum başladı. Bu oturumu, başkan sıfatıyla Mustafa kemal Paşa yönetti. TBMM’nin kendisine verdiği gazilik unvanı ve mareşallik rütbesi için kısa bir teşekkür konuşması yaptı:

“Reis [Mustafa Kemal Paşa]: Muhterem arkadaşlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordusu’nun Sakarya’da kazanmış olduğu muzafferiyetin hasebiyle birkaç gün evvel yüce Meclis’imizden vuku bulan tebriklere ancak bugün teşekkürler arz etmek fırsatına nail oluyorum. Aynı zamanda bugün uhdei âcizaneme tevcih buyurduğunuz unvan ve rütbeden dolayı özel olarak minnet ve şükranımı arz ederim. (Estağfurullah sesleri, şiddetli alkışlar.) Kazanılan bu muvaffakiyet yüksek heyetlerinin iradesiyle kuvvet bulan ordumuzun iradesi sayesinde düşman ordusunun iradesinin kırılması suretiyle tecelli etmiştir. Dolayısıyla taltiflerinizin hakiki muhatabı yine ordumuzdur. Bunun için ordu namına da, kendi namıma da arz ettiğim teşekkürlerimi ilaveten tekrar etmeyi bir vazife sayarım. (Aynı yapıt, s. 412)”

Gazi Paşa’nın yukarıdaki TBMM’ye teşekkür konuşmasındaki inceliği ve alçak gönüllüğü ilgi çekici. Ayrıca başarının ordunun olduğunu vurgulaması çok önemli.

Atatürk’e TBMM, 19 Eylül 1921 günü gazilik unvanı ve mareşallik rütbesi verdi. “Gazi” gaza yapan kişidir. Gaza ise İslam dinini koruma ya da yaymak amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yapılan kutsal savaş demektir. Mareşallik ise ordudaki rütbelerin en üst derecesidir. Fevzi Çakmak ise 31 Ağustos 1922’de Atatürk’ün önerisiyle TBMM tarafından mareşal rütbesiyle ödüllendirildi. Atatürk, yaşamı boyunca “mareşal” sıfatını çok az, “gazi” unvanını ise çok sık kullandı. Halk da O’na hep “Gazi Paşa” dedi. Dinsel bir unvanı, dünyasal bir rütbeye yeğledi. Büyük bir alçak gönüllülükle “mareşal” sıfatının Fevzi Çakmak tarafından kullanılmasının yolunu açtı.

Kırk yılı aşkındır emperyalizmin güdümündeki bölücü terör örgütü PKK, askerimize, polisimize, korucularımıza ve işinde gücünde olan, evinde oturan halkımıza çoluk çocuk demeden saldırmakta. Bu saldırılarda binlerce şehit verdik. Bu ihanet örgütünü ortadan kaldırmak için binlerce kahramanımız gazi oldu. Bu nedenle 24 Ağustos 2003 tarih ve 25209 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan yönetmenliğe göre Atatürk’ün “gazilik” unvanını aldığı 19 Eylül gününün Gaziler Günü olmasına karar verdi zamanın hükümeti. Gazilerimizin tümünün  günü kutlu olsun. Bu vesileyle bağımsızlığımızın önderi, devletimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı Gazi Paşa’mızı sevgi, saygı, özlem ve minnetle anıyorum.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         19 Eylül 2024

NARİN OLAYI VE SOSYAL MEDYA


Türkiye’nin Kızı Narin Güran, 21 Ağustos 2024 günü ortadan yitiverdi. Narin’in kayıp başvurusunu, Jandarma’ya babası yaptı. Bunun üzerine devlet kurumları kolları sıvayıp aramalara başladı. Olayı ilk işittiğimde küçük kızın öldürüldüğü düşüncesi şimşek gibi çaktı beynimde. Ama yine de ölümün bu güzel yavrudan uzak durmasını diledim.

Türkiye’nin neresinde, ne tür bir olay olursa olsun bundan siyasi çıkar sağlamak söz konusu. Neden mi? Partilerin neredeyse çoğunun halkı inandıracak bir izlencesinin olmaması. Ülkemizin bin bir türlü çözüm bekleyen sorunu var. Anca hem iktidar hem de TBMM’de bulunan muhalefet partilerinin bu sorunları çözme konusunda usçu, uygulanabilir bir önerisi yok! Söz atışmalarıyla sorunların çözüleceğini düşünmekteler ne yazık ki. Sorunlarımızı çözmek için önce onların nedenlerini belirlemek gerek. Sorunları ortaya çıkaran serbest piyasa anlayışı hem iktidarın uyguladığı hem de TBMM’deki muhalefet partilerinin iktidar olduklarında yaşama geçirmek istedikleri bir sistem. Böyle olunca da topluma farklı ve sorun giderici bir izlence sunmak olanaksız onlar için. Bu nedenle işlenen bir cinayetten, olan bir trafik kazasından, çıkan bir orman yangınından, devrilen bir ağaçtan, soyulan bir dükkândan iktidar çıkamaya çalışan bir muhalefet var ne yazık ki.

Narin olayı işitilince Tavşantepe köyünün ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) üssü olduğunu ciddi ciddi sosyal medyada yazıp dost söyleşilerinde söyleyenler vardı, hem de sayısı azımsanmayacak kadar. Üstelik çoğu okumuş yazmış, toplumun saygı duyduğu kişiler… Üstelik bu yalanla Türkiye’de büyük olumsuzluklar yaratacak büyük bir kışkırtma sahneye konmak isteniyordu. Ne yazık ki iktidar karşıtı olanlar, bu yalana hemen inanarak bunu savunmaya başladılar. Ne yazık ki ülkemiz gerçeklerini, özellikle Güneydoğu’muzdaki köylerimizin toplumsal yapısını bilemeyen bu kişiler, açık bir yalanı gerçekmiş gibi savundular. Nedeyse herkesin kan bağıyla birbirine bağlı olduğu bir köyde böyle bir şeyin olanaksız olacağını usuna bile getirmedi bu kişiler.

Birinci yalandan sonra ikinci yalan ortaya atıldı. Tavşantepe’nin Hizbullah’ın (Hüda-Par’ın) üssü olduğu savunuldu. Buna inanılıp yaygınlaştırıldı bu yalan. Oysa bu savın gerçek olup olmadığını anlamak çok kolay. Son yıllarda yapılan birkaç seçime bakıp bu köyün kimlere oy verdiği hemencecik anlaşılabilir. Nedense yurttaşlarımızın bir bölümünde araştırıp öğrenme alışkanlığı yok! Sosyal medyada gördüğü her şeye inanan önemli bir kitle var ülkemizde.

Yalan, yalan üstüne… Hangi birini anlatayım? Hele sosyal medyada, kimi zaman da bazı televizyonlarda cinayet nedeniyle anlatılan cinsel fantezilere değinmeyeceğim. Aslında bu anlatımlar, bilinçaltının dışa vurumu. Bu köyde Narin gibi çocuklar yaşamakta. Anlattığınız konularda özne yaptığınız kişiler bu çocukların anne ve babaları. Narin’in hakkını savunacağım diye onlarca Narin’i canlı canlı toprağa gömmek niye?

Ülkemizde ve dünyanın her yerinde çocuklar, kadınlar, erkekler öldürülüyor ne yazık ki. Gönül ister ki her doğan insan başı yastıkta ölsün, başkalarınca öldürülmesin. Başta ülkemiz olmak üzere tüm dünyada hiç kimsenin burnu kanamasın isterim. Ancak toplumda iyiler yaşadığı gibi kötüler de var. Bir toplumu oluşturan kişilerin hepsi tornadan çıkmış gibi aynı olamaz huyuyla tüyüyle. Olmadığı için yüreğimizi acımakta insan yitikleri.

Serbest piyasa sistemi toplumumuzu çürütmekte. Gelir dağılımının adaletsizliği, hesap vermemenin beceri sanılması, birçok suçun üstünün örtülmesi, işsizliğin çığ gibi büyümesi, bazı kişilerin kısa yoldan toplumun sırtından varsıllaşması, siyasetin gelir kapısı olarak görülmesi, çalışıp alınteri dökerek üretene değer verilmemesi, eğitimin yozlaştırılması, dinin siyasete alet edilerek özünden saptırılması, rüşvet alıp verilmesinin sıradanlaşması, kısacası Cumhuriyet’imizin kimsesizlerin kimsesi olmaktan çıkarılması toplumu çürütmekte. Bütün bu sorunlara feodalitenin ülkemizin birçok yerinde gücünü koruması eklendiğinde çürüme, kokuşmaya başladı. İşte, Narinlerin canına kıyan sistem bu.

Sosyal medya yalanlarından umar aramak yerine, ülkemizin gerçek sorunlarını belirleyip bunları usçu çözümlere kavuşturmak amaçlanmalı. Sosyal medya; sorumsuz, ilkesiz, çoğu zaman kötü niyetli kişi ve kurumlarca yönlendirilen bir alan. Bu nedenle sosyal medyanın serbest piyasanın yıkıcılığı ve feodalitenin yozluğu kadar tehlikeli. Bu tehlikeye karşı önlem almak ulusal bir görev değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Eylül 2024

 

 

 

 

ÖLÜ SOYUCULAR


21 Ağustos’tan beri televizyonlarda bilen bilmeyen yorum yapmakta Narin olayı hakkında. Ne yazık ki ülkemizde uzmanlık can çekiştiriliyor televizyonlar ve sosyal medya tarafından. Herkes, her şeyi biliyor güya. Konuyla ilgili bilgisi olmayanlar, ipe sapa gelmez yorumlar yapmaktalar. Dünyada en güzel şey; bilmediğini bilmek, uzmanı olduğun ve bildiğin konularda konuşmaktır.

Neredeyse günün 24 saati Narin var her yerde. Canlı yayınlarla televizyonlar, Tavşantepe’ye ve Diyarbakır Adliyesi’ne bağlanıyor. Her bağlantıda üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yineleniyor. Bu yayınlar sırasında Güran ailesinin özel yaşamıyla ilgili akıl almaz savlar ortaya atılmakta. Güran ailesi dediysem bir ev değiller. Yaklaşık kırk evden oluşan bir insan topluluğu söz konusu. Bu ailenin çocukları var, Narin’in öldürülmesiyle ilişkili olmayan çoğunluk var. Ancak kimin umurunda? Toptancı bir mantıkla bütün bir köye suçlu damgası basılıyor.

Türk aydını, özellikle basın yayın dünyasında görev yapıp ülkemizin kamuoyunu yönlendirmeye çalışanlar, ne yazık ki bölgelerimizin, kentlerimizin, kasabalarımızın, köylerimizin toplumsal koşullarından haberleri yok! Yüzlerce yıldır oluşan toplumsal dokular var. Bu toplumsal yapıları oluşturan ekonomik ilişkiler, bu alanda karşılıklı bağımlılıklar var. Geniş aileyi oluşturan gelenekler, kültürel doku bulunmakta. Yılların oluşturduğu feodal rekabetler, bu rekabetlerin getirdiği çekişmeler söz konusu.

Feodal yapı içinde yer alan kişilerin özgür bireyler olduğunu söyleyemeyiz. Ne yazık ki yıllardır bu gerici, yoz yapıyı ortadan kaldırmak yerine; bu yapıyla uzlaştı siyasetçiler ve devletimizin yöneticileri. Kimi zaman bu feodal yapıyı kutsayanlar oldu siyaset, sanat, basın-yayın çevrelerinde. Nerdeyse her yıl birkaç televizyon kanalında feodal ilişkilerin anlatıldığı diziler oynatılmakta. Bu dizilerde feodaliteye eleştiri yok! Tersine buradaki ağa figürleri abartılı bir biçimde övülmekte. Halkın canına okuyan ağaların ne denli yardımsever oldukları insanların gözlerine sokulmakta.

Feodalitenin önemli bir ayağı olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki dinsel liderler, tarikat önderleri başköşeye yerleştirilmekte. Oysa bu yapılar, ağalık sisteminin en büyük dayanağı. Ağalar, yaptıkları uygulamaları din kılıfıyla meşrulaştırmaktalar. Kadın haklarının olmaması, töre cinayetleri, çocuk gelinler, berdel, aile için hukuk düzeni gibi feodal düzenin belirgin uygulamalarına din kılıfı geçirilmekte. Böylece ağanın uygulamalarına karşı çıkan kişi, dine karşı çıkıyormuş gibi bir algı topluma yerleştirilmekte. Bu nedenle doğru ve yaygın bir eğitim sistemiyle feodalitenin ideolojik dayanakları çökertilmeli. Feodaliteyi çökertecek olan ulusal, çağdaş, bilimsel ve laik bir eğitim sistemi.

Feodal sistemi çökertip bireyi özgürleştirmenin bir başka yolu da ekonomik bağımsızlık. Bu nedenle toprak reformu ne pahasına olursa olsun uygulanmalı. Ayrıca bölgesel bir sanayi izlencesi oluşturulmalı. Sanayileşme, bireye ekonomik bağımsızlığını kazandırarak feodal ilişkileri çökertir.

Şimdi dönelim konumuza… Televizyonlar, Narin’i kimin öldürdüğüne ilişkin birkaç kişinin üzerinde durmakta. Bu konuda da kendilerince nedenler göstermekteler. Hem yazılı ve görsel basında hem de sosyal medyada cinsellik ağırlıklı nedenler bulunmakta. Ne yazık ülkemizde FETÖ kasetlerinden sonra böyle bir aktöresel sapkınlık söz konusu. Her şeyi cinsellikle ilgili düşünme alışkanlığı, sayrılığı var. FETÖ, toplumsal yapımızın her yanına zarar verdi. Yaptığı işlerle toplumsal çürümeyi hızlandırdı.

Narin’in canına kıyan kişi en yakını. Bunu anlamak çok zor değil. Ancak burada bu kişinin adını vermek bizim görevimiz değil. Bu kişiyi açıklayacak olan yargı. Feodal geleneklerle birbirine bağlı akrabalar ve anne kendilerince aileyi savunmaktalar. Çocuklarını toprağa verdiler, bir de aileden birini tutukevinde çürütmek istemiyorlar. Onların bilip öğrendikleri yol yordam bu. Çünkü feodalitenin egemen olduğu bir toplumsal yapının yasalara uyması, çağdaş bir bakış açısına sahip olması beklenemez. Feodal geleneklerle yoğrulan biri için kendilerinin uymak zorunda oldukları yazılı olmayan Ortaçağ kuralları, devletin yasalarından üstündür.

Yazılı ve görsel basınla sosyal medyanın Narin cinayetinin çözülmesi için kamuoyu oluşturduğu yadsınamaz. Bu nedenle bu duyarlıkları övgüye değer. Ancak televizyonların izlenme oranlarını artırmak için bir yarış içine girdikleri de bir gerçek. Bunu yaparken soruşturmaya, yargının gizlilik kararına zarar verdiklerinin de tanığıyız. İzlenme oranını yükseltmek demek, çok para kazanmak.

Sosyal medyanın her konuda olduğu gibi Narin konusunda da ölçüyü kaçırdıklarını üzülerek görmekteyiz. Kimi sosyal medya fenomenleri, Narin’in gömütüne giderek fotoğraf çektirmekteler. Bunları da sosyal medya sayfalarında paylaşmaktalar. Niçin mi? Daha çok tıklanma ve para kazanmak için.

Ne yazık ki izlenme oranlarını artırmak için usa sığmaz senaryolar uyduranlar, Tavşantepe’ye gidip gömütün başında fotoğraf çektirerek sayfasında paylaşan sosyal medyacılar ölü soyucu değil de nedir?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  17 Eylül 2024

 

TÜRKİYE’NİN KIZI, NARİN


Narin, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe köyünde doğmuş, ancak orada büyüyememiş sekiz yaşında toprağa düşmüş bir küçük kız. 21 Ağustos 2024 Çarşamba günü sonsuz yolculuğuna çıkarıldı feodal düzenin artığı bağnazlarca.

         26 gündür onun canına kıyan kişiyi bulmak için çalışıyor jandarma ve yargı. Koca köy, dilini yutmuş konuşmuyor. Bir yürekli insan çıkıp da akrabalarıyla dolu köyden bir çocuğun katilini açıklayamıyor. Oysa o köyde yaşayanların neredeyse hepsi birbiriyle akraba. Herkes gerçeği biliyor, ama bilmezden geliyor. İçi içine sığmayan o hep gülen iki çift gözü söndüren, o kıpır kıpır el kadar bedenden canını alan eller bir türlü ortaya çıkarılmıyor.

         Narin… Adı gibi duyguları ince, duruşu ve görünüşü ince yapılı, nazenin… Bir ad, bu kadar mı uyar bir insana? Bir adın anlamı, bir kişinin bedeni ve ruhuyla bu denli mi örtüşür?

         21 Ağustos’tan beri her yanda Narin var. Neredeyse tüm televizyon kanallarında onun haberleri. Okulda, evde, düğünde çekilmiş fotoğrafları, videoları gösterilmekte. Allah aşkına bir çocuk bu kadar mı sevimli olur? Neredeyse her fotoğrafta ve videoda gözbebekleriyle gülmekte. Gülüşü gözümün önünden gitmiyor. İçten bakışları içime işliyor.

Hele bir görüntüsü var… Sınıf arkadaşlarıyla elinde Türk bayraklarını sallayarak yürüyorlar. Sanırım bir ulusal bayramın kutlamasından bu gülüşlü güzel görüntü. … Bir insan bu kadar mı güzel güler? Mutluluğu yol yapmış, yürüyor üstünde. Bayrakları salladıkça gülüşleri bayrağın yeliyle gökyüzünde salıncak oluyor. Bayraklar birden uçurtma olup gökyüzüne ağıyor. Bulutların üstüne çıkıp kanatlanıp meleğe dönüşüyor, bilinmeyen gezegenlere doğru yol alıyor.

Gülüşüyle yıldızları gökten indirip avucuna alıyor. Bakışıyla güneşi, ayı yanaklarına sığdırıyor. O, uçmağa varınca gökyüzündeki bulutlar toplanıp gözyaşı olup akıyor sel gibi sarı toprağa.

Gülüşüyle anlatıyor her şeyi Narin Kız. Uzun ömürlü bir insanın ömrü boyunca gülüşünü, Narin Kız, sekiz yıllık kısacık dünyasına sığdırdı. Ona bu gülüşü, yaşama sevincini çok gördüler nedense. Hem de en yakınları…

Narin; lider ruhlu, içinden geldiği gibi davranan, yaptığı her işten zevk alan bir kız çocuğu. Düğün töreninde duruşu, yürüyüşü büyüklerine taş çıkartır. Bir çocuk, giydiklerini bu denli iyi mi taşır bedeninde? Arkadaşlarının en küçüğü olmasına karşın her şeyde öncü.

Narin, Türkiye’nin kızı oldu. Seksen beş milyon yurttaşımızın evlerinin baş köşesinde yerini aldı. Yalnızca evlerin mi baş köşesinde? Değil… Asıl onun yerleştiği yer yüreklerimiz…

Narin’i kim mi öldürdü? Onu yüz yıldır Atatürk’ün izinden gitmeyip feodaliteyi tasfiye etmeyen siyasetçiler öldürdü. Hatta parti çıkarları için feodal ağaları, Gazi Meclis’imize taşıyan kıtuslu, öngörüsüz siyasetçiler hazırladı bu ölüm düzeneğini. O ölüm düzeneklerinin bataklığında PKK ve Hizbullah gibi terör örgütleri boy attı. Yüzlerce yıldır şiddet kültürünün baskıladığı bir toplumsal yapıda Narinlerin yaşaması olanaklı mı?

Sahi, televizyonlarda yapılan uzun uzun yorumlarda, derin çözümlemelerde feodaliteden söz eden oldu mu hiç? Olsa şaşarım zaten. Çünkü feodal yapı malzeme yaratır bu kokuşmuş düzen için. Egemenlerin bağımlı olduğu emperyalistler Cumhuriyet’ten önce de sonra da feodaliteyi kullanmadı mı iç karışıklık çıkarmada.

Ah Narin’im ah, bu koca dünyada beş para etmez birçok kişi yaşayıp giderken sana el kadar yeri çok gördüler. Kim mi seni ayırdı o çok sevdiğin yaşamdan? Aynı kandan, aynı candan vücut bulduğun en yakının olan kişi. Yüz yılların katmerleştirdiği şiddet kültürü, Ortaçağ karanlığının bilgisizliği; senin gibi yürekten gülen birine yaşama hakkı tanır mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Eylül 2024


NEFRET BİRİKTİRENLER


“Nefret” dilimize yerleşen Arapça kökenli bir sözcük. TDK Sözlüğünde anlamı: “Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu.” demek. Bu sözcüğe Türkçe karşılık olarak “tiksinme” gösterilmiş sözlükte.

Günlük yaşamımızda “nefret” sözcüğünü, bazı kişilerden sıkça işitiriz. Nefret dolu kişi: insanlardan, hayvanlardan, bitkilerden. çalışmaktan, işyerinden, mahallesinden, evinden, ülkesinden, topraktan, soluduğu havadan, içtiği sudan, yağmurdan güneşten, yaşamdan, yediği yemeklerden, aşevi kokusundan, yazdan, kıştan, bahardan, güzden, geceden, gündüzden, sıcaktan, soğuktan, akrabalarından, arkadaşlarından, dostlarından, yolda yürüyenlerden, bir yerde oturup keyif çatarak söyleşenlerden, ağlayıp gülenlerden, yoksuldan, varsıldan, zayıftan, güçlüden, uykudan, uyanıklıktan, çocuktan, yaşlıdan, erkekten, kadından, kendisi gibi olmayandan, farklı düşünüp yaşayandan, özellikle kendi geçmişinden, kısacası yaşama ilişkin ne varsa her şeyden nefret eder.

Nefret duygusu, kişiye bir yük… Nefretle yaşayan biri, her geçen gün bu yükü artırır. Yük ağırlaştıkça insan, bu yükün ağırlığına dayanamaz. Bu ağır yük, onu hem bedensel hem de ruhsal olarak çökertir. Nefretin çökerttiği beden ve ruh, zamanla çürür içten içe. Bu, sağaltımı zor bir durum...

Nefretle dolu kişi, giderek kendini toplumdan soyutlar. Kalıcı, içten arkadaşlıklar kuramaz. Onlara çok değer vermez. Arkadaşlığın sürdürülmesi için karşısındaki adım atar. Arkadaşlarını çok fazla önemsemez, onlara değer vermez.

Nefretle çürüyen ruha sahip kişilerin en önemli özelliği sevgi ve saygıdan yoksunlukları. Kolay kolay kimseyi sevemez bu insanlar. Sevse de bunu karşındakine belli etmemeye dikkat eder. Sevgisi, mevsimsel yeller gibi esip geçer. Sevgi onun için en çabuk ve kolay tüketilen bir duygu... Karşısındaki kişinin incir çekirdeğini doldurmayacak bir sözü ya da bir bakışı, ona olan sevgisini bir andan ortadan kaldırmaya yeter de artar bile.

Kişilere, insan emeğine, farklı düşünceye saygıları sıfırdır nefret yüklünün. En küçük bir tartışma, farklı bir görüşün ortaya atılması nefrete dönüşebilir hemencecik, bu da düşmanlığa. Bu bakış açısı onların dostluklarını azaltıp yok ederken düşmanlıklarını çoğaltır.

Nefret yüklünün güldüğünü görmek çok zor... Genellikle asık yüzlüdür. Ona şaka, espri yapılmaz. Dostça takılmalara sert karşılık verir ya da küser. Kendi belirlediği konuların dışında söyleşmez. Keskin, kesin, kalın çizgilerle sınırlar çizer. Birçok konuda saplantılıdır. Bu nedenle yanlışını gördüğünde doğuyu benimsemez. Yanlışı savunmakta ayak diretir. Yanlışı kabullenmeyi; yenilmek, ezilip yok olmak olarak algılar.

Küçük hataları abartarak sorun haline getirmekte uzmandır. Küçük yanlışları büyütürken doğru, güzel, iyi yapılan davranışları görmezden gelir. Ondan karşısındakine övgü içeren sözler işitmek çok zor. O, yergi için vardır. Yergisine de yergi denmez aslında. Yergi adı altında yerin dibine batırır karşısındakini. Bu davranışı yediden yetmişe değişmez. Çocukların yanlışları karşısında bile acımasızdır. Onların yanlışlarından öğrenerek büyüyecekleri gerçeğini görmezden gelir. Bağışlamak, anlayış göstermek, hoşgörülü olmak, düşünce ve olaylara olumlu bakmak onun için geçerli değil. Hep bardağın boş yanını görür. Bu, derin bir karamsarlığın da nedeni.

Evet… İnsan, bir yaşam boyunca bir nefret yüküyle nasıl yaşar? Bu yükün altında ezim ezim ezildiğini niye fark edemez? Nefret yükünden kurtularak erinç içinde, sevgi dolu, saygı çerçevesinde, mutlu bir yaşam sürmek olanaklıyken nefret yüküyle kırıp dökmek neden? Sevgi biriktirmek yerine, bunca nefret yükü altına girmenin anlamı ne?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Eylül 2024

KÖTÜ İNSAN, KİME DENİR?


İnsanoğlu, ilk dünyaya gelişindeki doğası gereği hep iyiye, güzele yönelik duyup düşünür. Yine insan, doğası gereği dünyaya geldiği günden başlayarak hep umutla doludur. En olumsuz koşullarda bile insanın yüreğinde bir umut fidanı filizlenip göverir. Umut yiterse yaşam da biter.

İnsan, içinde hem iyiyi hem de kötüyü saklar. İyiyi besleyip çoğaltırsa iyiyle dolar içi dışı. İçindeki kırıntı durumundaki kötülüğü besleyip büyütürse kötü insan ortaya çıkar. Bundan da anlaşılıyor ki insan isterse iyi, isterse kötü olur. Bunda doğup büyüdüğü, yaşadığı toplumun büyük etkisi var.

İnsanın doğup büyüdüğü çevre, onun bilincini, duygularını, insanlarla ilişkilerini belirlemede önemli rol oynar. Küçükken çevresindekilerin etkisiyle yaşanan tinsel sarsıntılar, kişinin belleğinde, yüreğinden kolay kolay silinmez. Bu, derin bir yara… Bu yaranın iyileşmesi için bilinçli bir sağaltım gerek. Sağlatım için uzman kişilerden yardım alınması en doğrusu. Ancak insan; yüreğinde, belleğinde yer eden bu yarayı fark ettiğinde bunu iyileştirmesi için kişisel bir çaba içine de girmeli.

Kötülük, insanın içine girdiğinde her hücresine yayılır hızla. O, ilk önce insan yüreğindeki iyilikleri yer bitirir. Çünkü kötülük, iyiliği tüketen bir canavar. Kötülük; tüm bedeni, ruhu kapladığında kişi insanlıktan çıkar, tanınmaz duruma gelir, ne yaptığını bilmez. Kötücül; kötülük yapmayı, karşısındakini üzmeyi çoğu zaman bilerek yapar. Bunu yaparken de karşısındakine üstün çıktığını düşünür. Bu üstün çıkmanın altında yatan, derin bir öç alma duygusu. Çünkü kötücül, çevresindeki herkese düşmanlık duyar. Bu düşmanlığın belirgin bir nedeni yok! İnsanın varlığı bile onun için düşmanlık duyma nedeni. Karşısındaki kişinin giyimi kuşamı, konuşması, gülmesi, yaptığı iş, aile çevresi, etnik kökeni, dinsel inancı, mesleği, düşküleri, eğinsel yapısı, dünya görüşü, yiyip içmesi, yetiştiği ortam, arkadaşları, yetenekleri, yürüyüşü… gibi insana dair ne varsa başkasına düşmanlık nedenidir.

Kötücülün en belirgin özelliklerinden biri, çok açık bir biçimde olan aşırı kıskançlığıdır. Karşısındaki kişilerin değerli, değersiz neyi varsa kıskanır. Aslında kıskançlığı, içinde herkese karşı çığ gibi büyüyen kini örtmek içindir.

Kötücüller, karşısındaki kişiler için sürekli olumsuzluklar üretir. Bu düşsel olumsuzlukların gerçekle bir ilişkisi yok. Bu düşsel kurgulara, kişi zamanla inanır. Onları gerçek sanır. Bu sözde gerçekler, zamanla inanca dönüşür ve her şeyin önüne geçer. Duygu ve düşünce sistemi, tamamen bu uydurma inancın üstüne kurulur.

Binlerce olumlu sözün arasından bir olumsuz cımbızla çekilip alınır. Bu, çekiştirilip, köpürtülüp büyütülerek bir deve dönüştürülür. Kötücüller duygudaşlık yapmaz, olumlulukları görmez. Karamsarlık, güvensizlik belirgin bir bakış açısıdır onla için. Tartıştığı kişiyi düşman beller. Bağışlama onların kitabında yazmaz.

Kötücül, kötülüğü bile bile yapar karşısındakine. Aile üyelerine yaşamı zindan eder. Saldırıya geçtiğinde “Bu kişi benim çocuğum, eşim, kardeşim, arkadaşım, annem ya da babamdır.” diye düşünmez. Kendince öç alma isteği tüm duygularının önüne geçer. Karşısındaki kişiyi kırıp döktüğünde mutlanır. Yer ve zaman kavramını yitirmiştir. Neyi, nerede, kimlerle konuşacağını bilmez. Hangi davranışın nerede yapılacağı onun için önemsiz bir şey. Utanma, ayıp duygusu giderek yok olur. Halkımızın dediği gibi “Ne Allah’tan korkar ne de kuldan utanır”. Özellikle toplum içinde insanları aşağılamak, küçük düşürmek onlar için utku sayılabilir.

Kötülük yapmak, kötücül için bir yaşam biçimine dönüşür. Laf sokmayı, karşısındaki kişinin sinir uçlarına dokunmayı, ilişkide bulunduğu insanların duyarlı olduğu noktaları ve bam telini iyi bilir. Özellikle karşındakinin kutsallarına, değerlerine saldırır. Bunu ölçüp biçerek yapar. Bu konuda uzman sayılabilir.

 Kötücüllerin yüzünün güldüğünü pek göremezsiniz. Şakalaşmak ve hiciv, kitaplarında yazmaz. Kötülüklerini en çok kendilerine iyi davrananlara kusar. Ona kötü davrananların karşısında suspustur. Gerginlik, sinir savaşı, kavga dövüşle geçen zaman onun için olağan bir durum. İnsanları kırıp dökmek onun için sıradan bir davranış.

İnsanı kötü yapan, biraz da yaşadığı olaylar. Çocukluk ve gençlik döneminde yaşanan kimi olumsuzluklar, onu kötücül yapar. Özellikle aile ve okul çevresi bu konuda çok belirleyici. Bu işin kurtuluşu var mı? Niye olmasın? Yeter ki kişi istesin bunu. Ölümden gayrı her şeyin bir çaresi var.

Kötü insan, kötülüğü bilerek yapan kişidir.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Eylül 2024