TÜRKÇE İÇİN YOLLARA DÜŞEN KÖY ÖĞRETMENİ


Bir yurttaşın anadiline sevgisi, saygısı ve ona karşı sorumluluğu bilinç işi. Her yurttaş, anadili yok olduğunda ulusal kimliğinin de ortadan kalkacağının bilincinde olmalı. Bu bilinçle dilini, dolayısıyla ulusunun varlığını korumalı.

12 Temmuz 1932’de, Türk Dil Kurumu kuruldu. Bu, halkımızda büyük bir heyecan yarattı. Türkçe sevisi yüreğine işlemiş birçok yurttaş çorbada benim de tuzum olsun düşüncesiyle harekete geçti. Zaten Atatürk, halktan kişilerin dil çalışmalarına katılmasını istemekteydi. Ruşen Eşref Ünaydın’ın dil çalışmalarıyla ilgili notlarından ilginç bulduğum birini sizlerle paylaşayım.

“Bir gün sert kara sakallı, pek sık, fakat yana yatık kara saçlı, etine dolgun biri geldi: Bir Orta Asyalı tipi. Koynundan buruşmuş bir mektup çıkardı. Eskişehir’in Arapören köyünde muallimmiş. Yer gösterdim. Konuştuk. Dikkate değer sıkılgan görünüşlü, fakat sağlam duruşlu, çetin çalışkanlığı belli bir adam.

Az çok Buhara ve Dobruca ağzına çalar bir şive ile:

-Kitaplarımı da aldım geldim.

-Nerede?

Dış kapıda bıraktımdı.

-Söyleyelim alsınlar.

Derisi epey yüzülmüş bir bavul getirdiler. İpini çözdü. Odaya köy kokusu yayan koskoca bir kitap çıkardı. Uçları biraz karartılı ve kıvrık yaprakları kalın ve yavaş parmakları ile çevirdikçe kurşunkalemi uçukluğunun ancak belirtebildiği birtakım yazılar görünüyor. Bunlar, bu adamın yıllardır topladığı veya Divanı Lügatı Türk’ten Türkçeye çevirdiği binlerce sözdü.

[…]

Bavulunu da, adresini de bize bırakıp gitti. Bunu Hami Reis Hazretleri’ne arz ettim. Alaka gösterdiler. Kitabı gözden geçirdiler. Kendisini çağırttılar, görüştüler.

Bunca gün, bunca insan görmüş o yaşlı başlı adam, Gazi’nin huzurunda bir çocuk kadar utangaçtı. Birbirine kenetlenmiş, birbirini uğuşturur ellerine alnından iri iri ter damlıyordu.

Çıktıktan sonra:

-Ağzım dilim tutuldu. Ben kim, Gazi kim!.. Bize bu çoktur… Biz o Süleyman’ın karşısında karınca bile değiliz yahu! dedi.

Böylece, kırk yıl yanındakilerden başka kimse bilmeyerek çalışmış köy hocası Numan Efendi, bir iki gün içinde bütün gazetelerin adını sanını bildirdiği, resmini bastığı tanınmış bir adam oldu.

Gazi Hazretleri, Çağatay Lügati’nin, eksikleri giderilip doğru telaffuzlarla yeni imlaya geçirilip basılmak üzere hazırlanması işini Numan Efendi’ye verdi. Saray’da kalıp çalışmasını emretti. Numan Efendi, bu işi, yanına alacağı, Batı dilleri bilir bir iki mütehassısla başarabileceğini bana söyledi. Arz ettim. Pekiyi dediler. Türkiyat Enstitüsü’nden Abdülkadir Bey’le, Diş Mektebi’nden mezun Mecdi Bey de bu işe alındı. Böylece, yakında basılacak olan Çağatay Lügati üzerinde çalışmalar başladı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 25, Birinci Basım: Nisan 2009, s. 385-386)”

Eskişehir’in Seyitgazi ilçesine bağlı Arapören (Şimdiki adı Doğançayır) köyünün öğretmeni, köyündeki işini gücünü bırakarak kalkıp İstanbul’a gelmiş. Niye mi? Yıllardır biriktirdiği dille ilgili çalışmalarını Atatürk’le paylaşmak için. Atatürk bekletmeden kabul ediyor Numan Öğretmen’i. Onun alınteri akıtıp emek harcayarak yaptığı dil çalışmalarının Çağatayca bir sözlüğe dönüşmesi için gerekli yardımları yapıyor. Onu, Dolmabahçe Sarayı’nda konuk ediyor.  

Atatürk, Anadolu’nun adı bilinmez bir köyünden koşup gelen Numan Bey’i, Saray’da konuk ederek halka karşı olan sevgisini ve bilgiye verdiği değeri gösterdi. Atalarımız: “Başak olgunlaştıkça başını aşağı salar.” sözünü boşuna mı söylemiş? Yedi Düvel’e baş eğdirmiş yüce komutan, kendi yurttaşına karşı son derece alçakgönüllü. Bu olay bile Atatürk’ü anlatmaya yeter de artar bile.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Eylül 2024

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder