1980
yılının sonuydu sanırım. Öğretmenlik mesleğinde yeni sayılırım. Meslekte birinci yılımı yeni tamamlamışım.
Okulumuzda toplam altı öğretmeniz. Bu altı kişiden biri müdür ve din dersi
öğretmeni. Bir diğeri ise müdür yardımcısı ve dalı sosyal bilgiler… Ben
Türkçeciyim, bayan arkadaşlardan ikisi matematikçi, diğeri de fenci. Ayrıca
yazmanımızla bir de işgörenimiz var. Yazmanla işgörenimiz çalıştığımız köyün
yerlisi.
Okul
önce ahırmış, sonrasında değirmen (halkın deyişiyle Özdemir’in değirmeni) olmuş
derme çatma bir yapı. Üç yolun birleştiği bir yerde. Yol, asfaltlanmamıştı o
zamanlarda. Yol, kışın çamur, yazın toz olurdu. Halkın özverisiyle onarıldı
yapı. Kontrplaklarla tavan yapıldı. İç kısım bölündü. Üç sınıf, bir yönetim
odası, bir de öğretmen odası. Yazman ve işgören arkadaşlarımız da bizim odada.
Soğuk havalarda ortadaki sobanın üstünde sürekli çay demlenir. Yapının tarlaya
bakan yanına da sırt sırta iki ayakyolu kondurulmuş. Ayakyollarının girişleri
ters yönlere bakmakta. Biri kızlar, diğeri erkekler için.
Müdürümüz
zile basar, çay ister. Zile basar, birimizle görüşmek için. Zile basar, ertesi
gün balık tutmaya gideceği arkadaşlarına haber verilmesini söyler işgörenimize.
Zile basar, nöbetçi öğretmeni çağırtır. Zile basar, bir öğrenciyi çağırtır.
Zile basar, cami imamını çay içmeye çağırır. Canı fasulye turşusu kavurması
çeker, zile basıp bir öğrenciyi dersten aldırıp eve gönderir. Zile basar,
işgörenimiz koşup gider abdest suyunu hazırlar. Zile basar, işgörenimiz oturduğu
yerden sabırla kalkıp gider ve müdürümüz ona cenaze yıkamaya gideceğini söyler.
Zile basar da basar… İster de ister… Her defasında işgörenimiz, sımsıcak
öğretmen odasından çıkıp yağmur ya da kar varsa ıslanarak müdür odasına gidip
isteği öğrenip geri döner. Yağış yoksa soğuk kuzey yellerine aldırış etmeden
günde on beş yirmi kez gidip gelir durmadan. Bu gidiş gelişler, bir müdürcülük
oyunu gibi gelirdi bana.
Müdürümüz
cenaze yıkama, mevlit okuma işinden para alırdı. Bu nedenle okulu, dersleri
bırakıp giderdi çoğu zaman. Bir bakarsın yok olmuş. İşgörenimize sorardık
nerede olduğunu arkadaşlarıyla balık tutmaya gittiğini öğrenirdik. Boş geçen
dersine de dersi olmayan bir arkadaşımız girerdi. Yoksa çocuklar ortalığı
yıkardı gürültüden. Ertesi gün tuttuğu tatlısu balıklarından, genellikle kefal
ve sazan olurdu, pişirtip getirirdi okula.
Önce
köyde otururdum. Bir yıl sonra kente taşındım. Öğretmenlerin hepsi kentte
kalıyor. Gidiş dönüşlerimiz belediye otobüsleriyle. Otobüs yoksa dolmuşlarla…
Ben, çoğu zaman top oynama, eğitsel kol etkinlikleri nedeniyle akşam geç
kalırdım. Trabzon-Samsun karayolunda taşıtların niteliğine bakmadan durdurmaya
çalışırdım. Çoğu zaman yalnızlıktan canı sıkılan ve insanlığını yitirmemiş uzun
yol kamyonları dururdu. Yaklaşık yirmi kilometrelik yolu söyleşerek giderdik.
Bir
sabah belediye otobüsüne bindim. Bu arada ilk binen benim. Değişik duraklardan
arkadaşlarımız binmekte otobüse. Binenlerle otobüsün bir yanında birikip
söyleşmekteyiz. En son binen müdürümüz. Müdürümüzün adı, Mehmet…
Arkadaşlarımızla
günaydınlaşmaktayız neşeyle. Müdürümüz binince ona da “Günaydın!” diyoruz. Ben,
çok da dikkat etmeden “Günaydın Mehmet Bey!” demişim. Söyleşerek okula gelip
dersimize girdik. Birinci dinlencede müdürün zili çaldı, işgörenimiz yeni
yaktığı sigarayı pencerenin çıkıntısına koyarak biraz da oflayıp puflayarak
gitti. Az sonra da geri döndü. Bana: “Müdür Bey, sizi çağırıyor.” dedi. Ben de
çay içmeyi bırakıp gittim yönetim odasına. Büyük masanın üstünde bir defter.
Defterin üstünde bir sarı zarf... Müdürün yüzü asık. Parmağını defterde bir
yere koydu ve “Burayı imzala!” dedi bana. Zaten adımı, soyadımı yazmış önceden.
Ben de imzalayıp sarı zarfı alıp çıktım.
Öğretmen
odasına gelince zarfı açıp seslice okudum. Okuyunca arkadaşlar gülümsedi bu
duruma. Konu mu ne? Sabahleyin “Müdür Bey” demem gerekirken neden “Mehmet Bey”
demişim. Bu sesleniş hem saygısızlık hem disiplinsizlik hem de müdürlük orununu
tanımamazlıkmış.
Yedi
gün içinde yanıtlamam gerekirmiş sarı zarftaki soruları. Yedi gün bekler miyim?
O akşam oturdum evde, önce karalamasını yazdım sayfalarca. Ertesi gün okul
çıkışında yakınımızda bulunan ilkokula gidip yanıtımı temize çektim. Üç sayfalık
bir yanıt çıktı ortaya.
Müdürümüz
din dersi öğretmeni ya… Ben de buradan yaklaştım konuya. “Babanızın size uygun
gördüğü Peygamberimizin adından utanıyor musunuz? Bu ad, dünyanın en büyük
orununa değişilir mi? Üstelik bu ad, kulağınıza ezanla söylendi. Bu ezanın
namazı da öldüğünüzde kılınacak. Ezanla kulağınıza söylenen bir adınızla size
seslenmemin neresinde saygısızlık var…” diyerek sürüp gitmekte yanıtım. Tam beş
kopya çıkardım yanıtımı. Bir gün sonra okula gidip müdürümüze imza karşılığında
teslim ettim anlatımımı.
Dersime
girdim. Dinlence zili çaldı. Bu kez müdürümüz, beni sınıfın kapısında
karşılayıp buyur etti odasına. Ben de gittim. Masada yiyecekler var. “Buyurun!”
deyince “Sağolun! Yanıtını verip bir yana çekildim. Sarı zarftaki sorusuna
verdiğim yanıtı beğenmemiş. Böyle yanıt olmazmış. Ben, böyle yaparak ne yapmaya
çalışıyormuşum.
“Siz sordunuz, ben de yanıtladım. Yanıtımı
yerel gazete çıkaran bir arkadaşıma okuttum. Çok beğendi, yayımlayacakmış
gazetesinde.” deyince yüzü değişti. Kızarıp bozarmaya başladı. Bana öğüt
vermeye başladı. Beni çok severmiş de bu tür yanıtlar arkadaşlığımıza leke
düşürürmüş de işi çok büyütüyormuşum da…
“Belki
dil sürçmesi olmuştur belki de bilmezlikten orununuz yerine adınızı söyledim.
Bu kadarcık küçük bir konuyu büyüterek bana soru açan siz değil misiniz?
Üstelik habbeyi kubbe yaparak birkaç gündür moralimi bozdunuz ve derslerdeki
verimimin düşmesine neden oldunuz. Aslında bunu da İl Milli Eğitim Müdürlüğüne
( O tarihte ilçe milli eğitim müdürlükleri henüz yoktu.) yazmam gerekir. Böyle
eften püften konular için öğretmenin zamanı çalınır mı?” Neyse sözü
uzatmayayım. Benzer konuşmalardan sonra konu kapandı, ancak ben ona orada
çalıştığım sürece hep “Mehmet Bey” dedim.
Yıllar
geçti. 1999 yerel seçimlerinde Bakırköy’de belediye meclis üyesi seçildim. O dönemde
üyesi olduğum parti 2001’de ABD maşalarınca kundaklandı. Nedeni mi? Ecevit’in Irak’a,
ABD müdahalesine karşı çıkması. Kundaklanmadan önce ekonomik bunalım çıkarıldı.
Önce işbaşındaki hükümet iyice yıpratıldı. Partimizin vekillerinin yarısı istifa
ederek yeni parti kurdular. Biz de partideki ayrılmaları önlemeye çalışmaktayız
kendimizce. Dağılma süreçleri zor dönemdir. Freni patlak bir kamyonun dik bir
yokuştan inmesine benzer bu durum.
Partiden
ayrılanların çoğu bakan. Ayrılan bakanların yerine yenileri geliyor. Neredeyse
partide kalan vekillerin çoğu bakan oluverdiler. İl merkezimizde geniş bir
toplantı düzenlendi. İl, ilçe yöneticileri, il genel ve belediye meclisi
üyeleriyle İstanbul’da partiden ayrılmayan vekiller var. Partinin kötü gidişini,
dağılmasını önlemek amaç. Bu toplantıda buna çözüm arayacağız. Yani siyasal
yaşamımızda bir ilk olacak ve ortak aklı kullanacağız. İl başkanımız toplantıyı
açtı. Ayrılmalardan sonra bakan olan bir vekil, toplantının amacını açıkladı.
Ancak günden önceden belli olmadığı için kimse ne diyeceğini bilmiyor. Kafalar
çok karışık… Birkaç kişi çıkıp konuştu benzer üç beş tümceyle.
Ben,
daha önceden toplantını gündemini tahmin etmiştim ve yolda söyleyeceklerimi
düşünüp kafamda sıraladım söyleyeceklerimi. Arkadaşlarım da ısrar edince söz istedim.
Söz verilince konuştum. Ben konuştukça salon yıkılmakta alkışla. Alkış çok
olunca coştukça coştum. Konuşmam ve alkışlar bitti. Benden sonra konuşanların
neredeyse hepsi, söylediklerimi açarak ve bana atıfta bulunarak açıklamalarda
bulundular. İş rayına girdi. Çözüm, üç aşağı beş yukarı ortaya çıktı sayılır.
Ah,
huyum kurusun. Bakan beye seslenirken “Bakanım!” dememişim, “… Bey” demişim.
Ben o heyecanla farkında değilim. Toplantı bitiminde bazı vekiller, bakan, kimi
yönetici arkadaşlar yemeğe gitmişler. Herkes, benim konuşmamdan söz etmiş ve bu
nedenle kulaklarım çok çınladı. Bu arada bakan bey, benim ona “Bakanım!”
demeyişimi çok yadırgamış. Güzel ve Türkçe adı var bakanın. Artık yirmi bir
yaşında değilim, böylesi küçük işlerle uğraşamam. Konu, bana söylenince
gülümseyerek “Bu kişi, anasından bakan mı doğmuş?” dedim kısaca ve konuyu
uzatmadım.
Ne
yazık ki toplumumuzda birçok kişi unvanlar için yaşamakta. Adıyla iyi şeyler
yapıp ölümsüz olmayı düşünen çok az. Koltuğa oturunca yapışıp kalmaktalar.
Ölünceye dek koltuk bir yerlerine yapışık dolaşmaktalar. Kimileri koltuğa
oturunca değerli olduğunu sanır, kimileri de oturdukları koltuğa değer katar. En
büyük sorun, halk gibi olamamakta. Bu da özgüvensizlik ve niteliksizlikten
kaynaklanmakta.
Atalarımız “Boş fıçı langırdar.” sözünü ne iyi söylemişler. Boş fıçıları oturttuk mu koltuğa langırtı çıkarmaktalar. Bir dolu başak gibi başını eğerek yüce gönüllü olmayı beceremiyorlar. İnsana insan değeri vermenin güzelliğini, mutluluğunu yaşayamıyor koltuklara yapışmış bu zavallılık. Halkçı olmayı becerebilmek de başka bir beceri sanırım.
Adil
Hacıömeroğlu
13
Kasım 2021
İki perdelik bir oyun çıkar bu öyküden zevkle okudum,elinize emeğinize sağlık
YanıtlaSilTüm öğretmen arkadaşlarımla paylaşacağım. Hemen hepsi emekli ve sanırım sizin yaşadıklarınızın benzerleriyle karşılaşmışlardır.
YanıtlaSilAyrıca, yeğenim İstanbul’da bir lisede matematik öğretmeni. Evine yakın bir okula tayin istemişti, oldu. Öğrencisi çok, yeğenim de çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışır hep. Öneri sunmuş müdür beye “Alt kat boş. Belediyeye gidip destek isteyelim. Birkaç alet alıp, şahane bir spor salonu yapabiliriz. Tek spor futbol değil” diyerek. Müdür beyden cevap olarak “İşiniz mi yok, bu çocuklar o dumbellerı birbirinin kafasına atarlar” cümlesini işitmiş. Birkaç örneği daha var ve bunların çoğalıyor olması yeğenimi çok üzüyor.
Öğretmenlerin ve doktorların insan sevgisi ile dopdolu olmaları gerekir bence. Yoksa, son dönemdeki gibi tatili bol, maaşı sürekli iş olarak bakılırsa, sonuç da bu olur…
Şükran Balekoğlu Yamak
Harika bir yazı. Keyifle okudum. Gülmemek mümkün değil.
YanıtlaSilHalkın içinde olmak onların yaşantısına katılmak geniş görüşlü olmak kimseyi küçümsememek veya makam mevki ile başkalarından ayrıcalıklı saymak insanlık erdemine yakışmıyor. İnsanlar yaptıkları iyi işlerle anılmalı
YanıtlaSilAh bu ünvanlarıyla serhoş gezen işbilmezler, çoğaldı diyordum ki eskiden de varlarmış ... Yüce gönüllü olmak çok mu zor , makam sıfatlarının arkasına sığınıp beceriksizliklerini yetkilerini kullanarak koltuklarına yapışıp kalıyorlar .Kaleminize sağlık Öğretmenim.
YanıtlaSil