Liberalizmin
egemen olmasıyla özelleştirme furyası başladı. Devlete ait ne varsa kötülendi.
Devletçiliğin geri kalmış, modası geçmiş, çağa uygun olmayan bir uygulama
olduğu anlatıldı sabahtan akşama dek. “Devleti küçültmek” diye bir şey ortaya
atıldı. Bunda amaç, ulus devletleri parçalayıp yok ederken emperyalist
devletleri güçlendirmekti.
Birçok
yerde emperyalist kışkırtmalarla savaşlar çıkartıldı. Ulus devletler parçalandı.
Uluslar etnik köken, inanç temelinde bölündü. Halklar birbirini kırmaya, kıymaya
başladı. Bu savaşlarda gözyaşı ve kanla sulandı ulus devletlerin toprakları.
Ülkeler
bölünürken, halklar arasına düşmanlık tohumları ekilirken insanlar yoksullaştı.
Yoksullaşan ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları emperyalistlerce
yağmalandı. Yeni yağmalar yapmak için yeni savaşlar çıkartıldı.
“Devleti
küçültmek” için öncelikle kamu fabrikaları, devletin işlettiği madenler yok
pahasına özelleştirildi. Özelleştirilen ulusal değerleri genellikle
emperyalistlerin büyük holdingleri ya da bunlara bağlı yerli görünümlü firmalarca
satın aldı. Neredeyse yüz yıla yakın bir sürede halkın emeği, özverisiyle
oluşan büyük devlet işletmeleri mart karı gibi eriyip gitti. Bu işletmeleri
alan kişiler, çok geçmeden bu fabrikaları kapattılar. Arsaları değerli olan bu
fabrikaların yerlerine AVM’ler, gökdelenler yapıldı. Yapılar yükselirken
ülkemizin ekonomisi, üretimi bozuldu. Üretimi azalan Türkiye, gereksinimi olan
malları dışalımla karşılamak zorunda kaldı. Dışalım çoğaldıkça borç çoğaldı.
Özelleştirme artıkça işsizlik arttı. Böylece ülkemizin dışa bağımlılığı arttı.
Tarıma
dayalı sanayi kuruluşu kalmayınca çiftçilik para etmemeye başladı. Destekleme
alımları, liberal politikalar yüzünden tarımsal üretim bitince köyler boşalmaya
başladı. Boşalan köylerde tarım ve hayvancılık alanındaki üretim bitti.
Topraklar boş, evler ıssız, keseler boş kaldı.
Devlet
fabrikaları, siyasilerce yanlış yönetildi. İşinde uzman olmayan yeteneksizler
getirildi yöneticilik orunlarına. Yandaşların nitelik ve yeteneklerine
bakılmaksızın işe alındılar. Kadrolar şişkinleşti. Bu yolla “bankamatik çalışanlar”
sözü, Türkçemize girdi. Buna karşın bu fabrikalar yine de kârdaydı, ulusumuz
için büyük değerlerdi.
Devlete ait işletmeler satılırken liberallerin en büyük gerekçesi, bu fabrikaların kârsız olduklarıydı. Oysa bu fabrikalar, bile kâr etmekteydiler. O halde kâr-zarar hesabında bir yanlışlık yapılmaktaydı.
Devlet
fabrikalarının çoğu tarıma dayalı üretim yapmaktaydı. Bu nedenle köylünün ürünü
elinde kalmıyor, fabrikaya sattığı için kâr ediyordu. Ürünü elinde kalmayan,
değerlenen köylü, yaşadığı yeri terk etmiyor ve toprağına, emeğine, köklerine
sahip çıkıyordu.
Devlet
fabrikalarının hepsinde bizim yurttaşlarımız çalışmaktaydı. Bu yolla evlerine
ekmek götürdüklerinden kimsenin eline bakmıyorlardı. Böylece kentlerde işsiz
orduları oluşmuyordu.
Fabrikaya
ürününü satan çiftçi ve bu ürünü işleyen fabrika çalışanları, kazandıkları
paraları iç piyasada harcamaktaydılar. Bu nedenle kimseye el avuç açmıyorlardı.
Bunun için çarşılarımız şenleniyordu. Esnaf ve farklı üreticiler de bu fabrikalar
sayesinde para kazanmaktaydılar. Bakkal, manav, kasap, her alanda onarımcılar,
ustalar, terzi, sanayici, her türlü hizmet alanında çalışanlar, buraya yer
darlığı nedeniyle yazamayacağımız denli çok sayıda meslek dalı bu harcamalardan
payına düşeni alıyorlardı. Köy, kasaba ve kentlerimizde çarşılar şenleniyordu.
Alışveriş canlı olduğu için herkes mutluydu. Evine ekmek götüren insanların
özgüvenleri yüksekti. Ekonomik özgürlüğü olan yurttaşlarımızın, kişisel
özgürlüğü de söz konusuydu. Bu kişisel özgürlük, tam bağımsızlığın da cumhuriyetin
de demokrasinin de güvencesiydi.
Yanlış
yönetimler yüzünden kâğıt üzerinde bu fabrikalar zarar ediyor görünse de aslında
büyük kârlar elde ediyorlardı. Varlıklarıyla ülke ekonomisine canlılık
getirmekte, yurttaşımıza soluk aldırmaktaydılar. Bir ulusun yüz yıllık
emekleri, emperyalistlerin art niyetli olarak istemleri ve çıkarları yüzünden
yok edildi. Olan, bize oldu. İnsanımız işsiz, aşsız kaldı.
Atatürk’ün
“Her fabrika, bir kaledir.” sözü unutuldu. Kalelerimizi kendi hükümetlerimiz
yıktı düşmanlarımız adına. Kaleler, yıkılınca yurttaşın kişisel savunması
zayıfladı. Bu, topluma da yansıdı. Mutsuzlar çoğaldı. Üretemeyen toplum,
çürümeye başladı. Bu çürüme de yine dışarıdan dayatıldı.
Kalelerimizi
yeniden yapmalıyız. Çarşılarımızda alışverişimiz canlanmalı ki güler yüzlü
insanlarımızın sayısı artsın. 24 Ocak 1980 kararlarıyla ülkemize egemen olan
liberalizm virüsünden kurtarmalı ülkemizi. Toprağımıza, ülkemize, insanımıza
sahip çıkmanın yoludur devlet fabrikaları.
Atatürk’ün
devletçiliği ve halkçılığı yeniden egemen olmalı yurdumuzda. Böylece ayakta
kalırız. O zaman ne duruyoruz?
Adil
Hacıömeroğlu
27
Kasım 2021
Adil bey, yazınızı okurken gözyaşlarımı tutamadım. Cumhuriyetimizin ilk şehri Zonguldak ve yeraltı maden işçiliğinin zirvede olduğu, ülke ekonomisine yüksek oranda katma değer sağladığı emeğin başkentinin getirildiği son durum. 1990 büyük işçi grevi+yürüyüşü ile “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı” sloganlarıyla Türkiye’yi ayağa kaldıran yeraltı maden işçilerinden, o şişman öcünü aldı. 85 bin işçi çalıştırılan Türkiye Taşkömürü Kurumu küçültüldü, özelleştirildi ve işçi sayısı, sanırım 7 binlerde şimdi. İşçinin ve sendikanın sadece adı var.
YanıtlaSilSizin bana 2-3 yıl önce önerdiğiniz İlhan Tarus’un “Uzun Atlama” adlı yapıtında anlattığı şeker fabrikalarının yok edilişini bizler de bütün şehir olarak yaşadık.
Şu anlarda Zonguldak nasıl mı diyorsunuz? Cevabı tek kelime “sahipsiz”.!!