Günümüz
çocukları, apartman katlarında yaşamaktalar, kafesteki kuşlar gibi. Genellikle
her evde tek çocuk var. Bu çocukların yedikleri önünde, yemedikleri arkasında.
Evler dar, çocukların erkelerini harcamalarına uygun değil. Koşamıyorlar,
oynayamıyorlar. Genellikle de oynamanın ne olduğunu bilmiyorlar bile.
Yitip
içip semizleşen çocuklar, devinimsizlikten bedensel ve tinsel gelişimlerini
sağlıklı bir biçimde yapamıyorlar. Bu devinimsizlik, anne ve babalar için de geçerli.
Birçok aile için yaşam ev, okul, iş ve alışveriş yaptıkları yerler arasında
geçmekte. Dinlence günlerinde bile birçok aile zamanlarını AVM’lerde
geçirmekte. Bu durum, insanımızın yaşamını tekdüze yapmakta. Bu tekdüzelik,
insanların sosyal ilişkilerini bitirmekte. Böylece devinimsiz, insansız,
doğasız, renksiz bir yaşamın tatsızlığında zaman öldürülmekte.
İnsan
yaşadıkça çok şey görüyor. Eğer farkındalığınız yüksekse gözlem gücünüz varsa
ilginç durum, olay, olgularla karşılaşıyorsunuz. İnsan, yalnızca bakmayıp
görmeye çalıştığında toplumdaki farklılıklar, ilginçlikler karşısında
şaşırıyorsunuz.
Tam
olarak zamanını anımsamıyorum. Belki on yıl önceydi. Bir pazar günü Bostancı
sahilinde yürüyüş yapmaktaydım. Güzel, ılık bir bahar günüydü. Bir yandan denize
bakıp düşler kurarken bir yandan da çimler üzerinde sere serpe oturmuş, uzanmış
insanları izlemekteydim. Çimler üzerindeki aileler genellikle açkapa
sandalyelere oturmaktaydılar. Yiyecek ve içeceklerini evlerinden getirmişlerdi
çoğunlukla.
Yürüyüşümü
bahar kokusu, martı ciyaklamaları, çocuk sesleri, deniz araçlarının homurtuları,
serçelerin telaşlı uçuşları arasında sürmekteydim. Sandalyede eşleriyle oturan
iki anne gözüme ilişti. Yanlarında küçük çocukları da vardı. Bakımlı çocuklar, iki
üç yaşlarındaydı. Önce fark etmedim, çocukların yelek giydiklerini düşündüm. Sonra
bir baktım ki çocukların arkalarından ipler uzanmakta ve bu iplerin ucu
annelerin ellerinde. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Anneler şaşkınlığımı fark
ettiler ki, bana gülümsediler. Bunu üzerine selam verip “İyi günler!” ve “Özür
dilerim.” diyerek sorumu sordum.
“Çocuklarınıza
taktığınız bu şey tasma mı?” dedim.
İkisi
birden: “Evet!” dediler. Bu sırada ikisinin eşleri de bıyık altından
gülmekteydiler.
Çocuklara
tasmanın niye takıldığını anladığımdan konuşmayı uzatıp onları meşgul etmek
istemedim. Üstelik güzel bir bahar dinlencesinde, günümüzün modern(!)
annelerinin tadını kaçırmak istemedim. Ancak yanlarından uzaklaşıncaya dek
çocukları gözlemledim.
Çocuk
bu, durduğu yerde durabilir mi? Duramaz… Merak eder, inceler. Apartmandaki
kafesinden çıkmıştır, özgürce uçmak ister. Çevresindeki nesneleri tanımaya
çalışır. Bu yaştaki çocukların her adımı bir öğrenmedir.
Peki,
anneler neden çocuklarına tasma taktılar? Yanlarından uzaklaşıp yitmesinler
diye. Çocuklarının başına olumsuz bir şey gelmesini istemediklerinden bu yola
başvurdular. Bu arada çocuklar, tasmalarla kontrol altına alınırken kendileri
de rahatça oturup arkadaşlarıyla söyleşmekteler. Oysa çocuklar, doğayı ve
çevreyi belki de bu ilk keşiflerinde annelerini, babalarını yanlarında
istemekteydiler. Çünkü soracakları “Ne?” sorularına yanıt almak zorundalar. Ama
nedense bu soruları yanıtsız kaldı.
Çocuklar,
annelerin istedikleri uzaklığa gidebiliyorlardı. Tasmanın ipi, çok uzun
tutulmuyordu nedense. Baharın coşkun mutluluğunu yaşamak isteyen çocukların bu
isteği, ne yazık ki tasmalarla engellenmekte. Bu çocuklar ne uçan kelebeğin ne
de yuva yapma telaşıyla ötüşen kuşların farkında. Yeşermekte olan ağaçların, rengârenk
açan çiçeklerin ayırdında değillerdi. Çünkü sürekli çekiştirilen tasmalardan
kurtulmak için savaşım vermekteydiler.
Sahildeki
tasmalı çocukları izlerken çocukluğum geldi usuma. Martta karlar eriyip doğa
canlandığında ahırın loşluğunda kışı geçiren buzağılar ilk kez dışarı
çıkarılırdı. Yaylıma götürülen ve özgürleşen buzağılar, ilk kez gördükleri güneşin
parlak ışığına uzun süre bakmaz, gözleri kamaşırdı. Yeşil çayırlarda kısa
koşular yaparlardı annelerinin çevresinde dönerek. Adımları birbirine uymaz,
zaman zaman ıslak çimenlerde ayakları kayıp düşerlerdi. Anneleri, onları
sabırla kalkmak için yüreklendirirdi bedensel devinimleriyle. Onlar düşer
düşmez kalkarlardı yerden. Üç beş gün sonra alışırdı buzağılar.
Kentin
dışına çıkıp doğayla buluşan insanlar, ilk önce ne yapacaklarını şaşırırlar.
Bir bakarsınız ağaç gövdesine sarılır, bir bakarsınız çimlere uzanır. Çeşme
görürse kana kana su içer. Öyle içer ki, gören de der ki: “Bu kişi sanırım yaşamında
ilk kez su içiyor.” Çiçeklere, meyvelere saldırır. Çevresinde gördüğü her şeyi
bir anda tanımak ister. Koşar, kurduğu salıncakta sallanır, türlü oyunlar
oynar. Halkımız bu tür davrananlara: “Mart danası” der. Bu deyim; uzun süre
doğa özlemi çekip sonrasında amacına kavuşanların şaşkınlığını, ivediliklerini,
doyumsuzluklarını anlatmak için kullanılır.
Tasmalanan
çocuklar da mart danaları gibidir. Oynamak, koşmak, tanımak isterler
ivedilikle. Bostancı sahilinde gördüğüm tasmalı iki çocuktan sonra birçok yerde
benzer durumlarla karşılaştım.
Çocuklara
tasma takma düşüncesi nereden gelmiştir acaba? Bence bu düşünce, ya Avrupa ya
da ABD kaynaklıdır. Aynı zaman da tasma, bir tüketim eşyası. Bunu bulanlar
satıp para kazanacaklar. Ülkemizdeki batı hayranı kimileri de modernleşme amacıyla
tasmayı satın almaktalar. Tasmalı çocuklara, yaşamlarının ilk anından itibaren
büyük bir kaygı yüklenmekte. Kaygılı kişinin özgüveni gelişir mi?
Ah
insanoğlu ah! Kediye, köpeğe tasmayı taktın, onları buyruğun altına aldın,
yetmedi mi? Şimdi de kalktın çocuğuna taktın tasmayı. Bencilliğin öne çıktığı
kamuculuğun göz ardı edildiği bir toplumsal düzende yaşamaktayız. Bu düzende
insanların yüreklerine, beyinlerine tasma vurulmakta. Doğal yaşamda hiçbir varlığın
ne bedenlerinde ne yüreklerinde ne de beyinlerinde tasma var. O halde bu
tasmalar niye?
Adil
Hacıömeroğlu
17
Kasım 2020
Hocam Yine beni çocukluğuma götürdünüz ��63 lüyüm çok çok hareketli bir çocuktum...şimdilerde hiperaktif dönemlerden...aldım mı başımı gidermişim...tabi kaybolma vakalarından sonra bizimkiler de çareyi beni belimden halat ile bağlamakla bulmuşlar ��ama bizimki sadece kalabalık ortamlarda mesela fener alayı gibi yada törenler gibi ortamlarda olurdu sadece ben kaybolmasın diye������
YanıtlaSilHz.Musa'nın annesi,bebeğini sandukanın içine koyarak onu denize,Nil nehrine niçin bıraktdı? Ölümden,esaretten kurtulup,özgürlüğe ulaşmak için. Sonrada Hz.Musa'nın ablasına onu araştırıp,takip etmesini söyledi. Çocuğu saldım çayıra,Mevlam kayıra gibi anlayışın içinde olmadı. Arada görünmeyen bir bağ,tasma vardı.Bu bağ,ailenin disiplini,otoritesi,sevgi,şefkatidir. Nitekim aradaki o görünmeyen sevgi bağı(tasma) ,Hz.Musa'nın diğer annelerin sütünü reddedip,kendi annesiyle buluşmasını sağlamıştır.Çocukları iple bağlamak,bir süre sonra onların,atın huysuzlanıp şaha kalkması gibi tepki göstermelerine sebep olacaktır.
YanıtlaSil