Yavaş
yavaş yürüyerek gara geldik. Epeyce erkenciymişiz. Eşimle Atacan, buldukları
bir yere çöktüler. Eşimin acısı çok, ancak belli etmemeye çalışmakta. Yüklük
elimde, çantam sırtımda, biletler cebimde sıradayım. Tren yolcuları zaman
geçtikçe birikiyor. Konyalılar demiryolunu benimsemişe benzemekte. Yolcular
arasında her türden insan var. Çoğu, kulaklarında telefon birileriyle
söyleşmekte.
Yolcular,
içeriye alınmaya başladı. Biz de ivedilik göstermeden bindik trene. Yerlerimizi
bulduk. Dörtlü bir oturma kümesinin üçünde biz oturacağız. Orta da bir de masa
var. İki düz koltuğa eşimle Atacan oturdu, tek ters koltuğa da ben. Yanımdaki
koltuk boş. Yolcuların binmesi bitince eşim, boş koltuğa topuğu yaralı ayağını
uzattı. Basmaması gerek yaralı topuğun üstüne. Diliyoruz ki bu koltuk hiç
dolmaz. Dileğimiz, ancak Selçuklu İstasyonuna dek geçerli oldu. Koltuk dolunca
eşimle Atacan yer değiştirdiler ve ayağını benim oturduğum koltuğa uzatmaya
başladı. Bunun içinde benim otururken biraz kaykılmam gerek. Yapacak bir şey
yok, idare edeceğiz.
Yanıma
gelip oturan kişi, yaşamımda çok seyrek iletişim kuramadığım bir genç. Oturdu
yanıma. Onunla bir konuşmanın temelini atmak için “Hayırlı yolculuklar!”
diledim. Yarım ağız teşekkür etti. Ortadaki masada yıkanmış meyvelerimizden ikram
ettim almadı. Zaten oturur oturmaz. Önce birisiyle konuştu telefonla uzun uzun.
Günün hesabını verdi karşısındakine. Sonra kulaklıkları takıp kendi âlemine
çekildi. Otuz yaşına yakın bir delikanlı. Annesinin yönettiği yetişkinlerden…
“Büyütülmeyen çocuklar” dediklerimizden olmalı. Dış dünyaya antenleri kapalı.
Tamamen iç dünyasına kapanmış, korkuyla kabuğuna çekilmiş salyangoz gibi. Neyse
Eskişehir’de indi delikanlı.
Tam
yanımdaki koltuk boşaldı diye sevinirken çıtı pıtı, hanım hanımcık bir kız
gelip oturdu yanıma. Oturur oturmaz söyleşmeye başladık. Anında eşimin rahatsızlığını
fark edip üzüldü. Nasıl bir kaza sonunda yaralandığını anlattık. Sonra günlük
yaşamla ilgili söyleşilerimiz başladı. Telefon numaralarımızı alıp verdik.
Benim birkaç yazımı okudu yol boyunca. Adı, Zehra Abdülhakimoğulları…
Bizimkinden uzun bir soyadı görünce Atacan sevindi. Yolculuğumuz söyleşerek
sürerken Arifiye’ye yaklaşmaktaydı trenimiz. Zehra, iniş hazırlıklarına
başladı. Tren durunca vedalaşıp indik. Konya gezimizde yirmiye yakın insan
biriktirdik. En sonuncusu Zehra oldu. Belki bir gün yine bir yerde karşılaşıp
söyleşiriz. Yaşamın karşımıza kimleri, ne zaman çıkaracağı belli mi?
Yolculuğumuz
sırasında otoparkın sahibi İsmail Tengirşen arayıp eşimin durumunu sordu.
İstanbul’a vardıktan sonra da birkaç kez telefon etti.
Konya’dan
trene bindiğimizde hava aydınlıktı. Uzun süre dışarıyı izledim. Çıplak tepeler,
çorak bozkır içimi yaka yaka gidiyor trenimiz. Devletin, belediyelerin önemli
derecede parası gereksiz işlere, özellikle de yeteneksiz siyasetçilerin
benlerini tatmin için çarçur edilirken Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırı neden
görülmez? Görülse de niçin unutulur? Memleketin uçsuz bucaksız toprakları
sahipsizmiş gibi niye bomboş bırakılır? Bu toprakların yeşillendirilmesi için
neden toplumsal bir seferberlik başlatılmaz? Bu çıplak tepelere tutunacak çalı,
ağaç türleri yok mu? Elbette vardı. Peki, bunca bakan/ bakmayan neden bu konuda
bir çalışma yapıp da bozkırın kara talihini değiştirmez? Bu boz rengi yeşile
çevirmek çok mu zor?
Sorular
başımın içinde dört dönmekte. Eskişehir’i geçtikten sonra bu boz tepelerde
badem, ceviz, kestane, meşe, çam fidanlarını düşlemekteyim. Her fidanın günden
güne boy attıklarını düşünüyorum bakışlarım gecenin karanlığına daldığı
anlarda. Kara, boş gölgeleri orman olarak yerleştiriyorum belleğime. Her ağacın
dalında onlarca türde kuş yuvaları gözümün önünden akıp gitmekte. Çalılar
arasında dolaşan onlarca böcek, memeli hayvan, sürüngen takılıyor usuma. Çalı,
ot ve ağaçların dallarında bal arılarını düşlemekteyim karanlığın içinde.
Dünyanın en lezzetli bademlerini, cevizlerinin uzun kış gecelerinde evlerde
şenlik olduğunu geçirmekteyim içimden.
Soruların
da düşlemlerin de sonu yok! Ama benimkilerin hepsi bozkırın yazgısı üstüne bu
tren yolculuğunda. Bozkırın yazgısı ne pahasına olursa olsun değişmeli.
Yemyeşil tarım alanlarına, beton ve demirden oluşan devasa yapılar dikmek
değildir kalkınma. Kalkınma, bozkırın yazgısını değiştirmektir. Kısaca vatanın
her köşesini yaşanılır bir cennet yapmaktır. Beceri ve başarı, toprağının her
santimini her türlü canlının yaşayabileceği duruma getirmek değil midir?
Arifiye’den
sonra yerleşim alanlarına bakıyoruz. Her yer ışıl ışıl… Cumhuriyet kurulduğunda
üç kentimizde (İstanbul, Zonguldak ve Tarsus’un küçük bölümlerinde genellikle
aydınlanmak için) elektrik vardı. Oysa ülkemiz ışıklar içinde… İşte,a bu
Cumhuriyet’imizin büyük başarısı. Demek ki istendiğinde karanlıklar aydınlık
yapılabiliyormuş.
Birkaç
durakta inenler, binenler oluyor. İnenler, binenlerden daha çok. Tren, iyice
yavaş gitmekte. Bostancı’ya yaklaşırken toparlandık. Öteberimizi topladık.
İvedilik göstermeden kapıya yanaştık. Tren durunca indik. Yavaşça evimize
yollandık. Saat: 22.15’te evimizdeydik. Eşimin ezilip moraran yerlerine ilaç
sürüp bir süre dinlendik. O sırada ben balkondaki çiçekleri, sebzeleri suladım.
Güzel
bir gezi sonrasında İstanbul’un motor gürültüleri ve korna sesleriyle
parçalanan gecesinde uykuya dalmak zamanı artık.
Adil
Hacıömeroğlu
19
Ağustos 2021
Cumhuriyet kurulduğunda, elektriğin bulunduğu üç ilden biri Zonguldak. O güzel yıllarda medeni bir cemiyet hayatı olan Zonguldak. Prenses Süreyya’nın kadınlarının eğitim seviyelerini ve şıklığını görüp hayret ettiği Zonguldak. Sanayiinin başkenti, işçinin emekçinin alınteri Zonguldak. Orhan Veli’nin sözleriyle “yüz karası değil, kömür karası” olan Zonguldak. Emekçileriyle bütün dünyayı oynatabilecekken, 1980 politikaları nedeniyle şimdi dişleri çekilmiş yorgun bir aslan haline getirilen emeğin başkenti Zonguldak…
YanıtlaSilZonguldak ismini duyunca yazmadan duramadım. Ancak ismimi yazmayı unutmuşum, kusura bakmayın.
YanıtlaSilŞükran Balekoğlu Yamak