KONYA’DAN İSTANBUL’A DÖNÜŞ (Dinlence Yazıları 20)


Yavaş yavaş yürüyerek gara geldik. Epeyce erkenciymişiz. Eşimle Atacan, buldukları bir yere çöktüler. Eşimin acısı çok, ancak belli etmemeye çalışmakta. Yüklük elimde, çantam sırtımda, biletler cebimde sıradayım. Tren yolcuları zaman geçtikçe birikiyor. Konyalılar demiryolunu benimsemişe benzemekte. Yolcular arasında her türden insan var. Çoğu, kulaklarında telefon birileriyle söyleşmekte.

Yolcular, içeriye alınmaya başladı. Biz de ivedilik göstermeden bindik trene. Yerlerimizi bulduk. Dörtlü bir oturma kümesinin üçünde biz oturacağız. Orta da bir de masa var. İki düz koltuğa eşimle Atacan oturdu, tek ters koltuğa da ben. Yanımdaki koltuk boş. Yolcuların binmesi bitince eşim, boş koltuğa topuğu yaralı ayağını uzattı. Basmaması gerek yaralı topuğun üstüne. Diliyoruz ki bu koltuk hiç dolmaz. Dileğimiz, ancak Selçuklu İstasyonuna dek geçerli oldu. Koltuk dolunca eşimle Atacan yer değiştirdiler ve ayağını benim oturduğum koltuğa uzatmaya başladı. Bunun içinde benim otururken biraz kaykılmam gerek. Yapacak bir şey yok, idare edeceğiz.

Yanıma gelip oturan kişi, yaşamımda çok seyrek iletişim kuramadığım bir genç. Oturdu yanıma. Onunla bir konuşmanın temelini atmak için “Hayırlı yolculuklar!” diledim. Yarım ağız teşekkür etti. Ortadaki masada yıkanmış meyvelerimizden ikram ettim almadı. Zaten oturur oturmaz. Önce birisiyle konuştu telefonla uzun uzun. Günün hesabını verdi karşısındakine. Sonra kulaklıkları takıp kendi âlemine çekildi. Otuz yaşına yakın bir delikanlı. Annesinin yönettiği yetişkinlerden… “Büyütülmeyen çocuklar” dediklerimizden olmalı. Dış dünyaya antenleri kapalı. Tamamen iç dünyasına kapanmış, korkuyla kabuğuna çekilmiş salyangoz gibi. Neyse Eskişehir’de indi delikanlı.

Tam yanımdaki koltuk boşaldı diye sevinirken çıtı pıtı, hanım hanımcık bir kız gelip oturdu yanıma. Oturur oturmaz söyleşmeye başladık. Anında eşimin rahatsızlığını fark edip üzüldü. Nasıl bir kaza sonunda yaralandığını anlattık. Sonra günlük yaşamla ilgili söyleşilerimiz başladı. Telefon numaralarımızı alıp verdik. Benim birkaç yazımı okudu yol boyunca. Adı, Zehra Abdülhakimoğulları… Bizimkinden uzun bir soyadı görünce Atacan sevindi. Yolculuğumuz söyleşerek sürerken Arifiye’ye yaklaşmaktaydı trenimiz. Zehra, iniş hazırlıklarına başladı. Tren durunca vedalaşıp indik. Konya gezimizde yirmiye yakın insan biriktirdik. En sonuncusu Zehra oldu. Belki bir gün yine bir yerde karşılaşıp söyleşiriz. Yaşamın karşımıza kimleri, ne zaman çıkaracağı belli mi?

Yolculuğumuz sırasında otoparkın sahibi İsmail Tengirşen arayıp eşimin durumunu sordu. İstanbul’a vardıktan sonra da birkaç kez telefon etti.

Konya’dan trene bindiğimizde hava aydınlıktı. Uzun süre dışarıyı izledim. Çıplak tepeler, çorak bozkır içimi yaka yaka gidiyor trenimiz. Devletin, belediyelerin önemli derecede parası gereksiz işlere, özellikle de yeteneksiz siyasetçilerin benlerini tatmin için çarçur edilirken Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırı neden görülmez? Görülse de niçin unutulur? Memleketin uçsuz bucaksız toprakları sahipsizmiş gibi niye bomboş bırakılır? Bu toprakların yeşillendirilmesi için neden toplumsal bir seferberlik başlatılmaz? Bu çıplak tepelere tutunacak çalı, ağaç türleri yok mu? Elbette vardı. Peki, bunca bakan/ bakmayan neden bu konuda bir çalışma yapıp da bozkırın kara talihini değiştirmez? Bu boz rengi yeşile çevirmek çok mu zor?

Sorular başımın içinde dört dönmekte. Eskişehir’i geçtikten sonra bu boz tepelerde badem, ceviz, kestane, meşe, çam fidanlarını düşlemekteyim. Her fidanın günden güne boy attıklarını düşünüyorum bakışlarım gecenin karanlığına daldığı anlarda. Kara, boş gölgeleri orman olarak yerleştiriyorum belleğime. Her ağacın dalında onlarca türde kuş yuvaları gözümün önünden akıp gitmekte. Çalılar arasında dolaşan onlarca böcek, memeli hayvan, sürüngen takılıyor usuma. Çalı, ot ve ağaçların dallarında bal arılarını düşlemekteyim karanlığın içinde. Dünyanın en lezzetli bademlerini, cevizlerinin uzun kış gecelerinde evlerde şenlik olduğunu geçirmekteyim içimden.

Soruların da düşlemlerin de sonu yok! Ama benimkilerin hepsi bozkırın yazgısı üstüne bu tren yolculuğunda. Bozkırın yazgısı ne pahasına olursa olsun değişmeli. Yemyeşil tarım alanlarına, beton ve demirden oluşan devasa yapılar dikmek değildir kalkınma. Kalkınma, bozkırın yazgısını değiştirmektir. Kısaca vatanın her köşesini yaşanılır bir cennet yapmaktır. Beceri ve başarı, toprağının her santimini her türlü canlının yaşayabileceği duruma getirmek değil midir?

Arifiye’den sonra yerleşim alanlarına bakıyoruz. Her yer ışıl ışıl… Cumhuriyet kurulduğunda üç kentimizde (İstanbul, Zonguldak ve Tarsus’un küçük bölümlerinde genellikle aydınlanmak için) elektrik vardı. Oysa ülkemiz ışıklar içinde… İşte,a bu Cumhuriyet’imizin büyük başarısı. Demek ki istendiğinde karanlıklar aydınlık yapılabiliyormuş.

Birkaç durakta inenler, binenler oluyor. İnenler, binenlerden daha çok. Tren, iyice yavaş gitmekte. Bostancı’ya yaklaşırken toparlandık. Öteberimizi topladık. İvedilik göstermeden kapıya yanaştık. Tren durunca indik. Yavaşça evimize yollandık. Saat: 22.15’te evimizdeydik. Eşimin ezilip moraran yerlerine ilaç sürüp bir süre dinlendik. O sırada ben balkondaki çiçekleri, sebzeleri suladım.

Güzel bir gezi sonrasında İstanbul’un motor gürültüleri ve korna sesleriyle parçalanan gecesinde uykuya dalmak zamanı artık.

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               19 Ağustos 2021

2 yorum:

  1. Cumhuriyet kurulduğunda, elektriğin bulunduğu üç ilden biri Zonguldak. O güzel yıllarda medeni bir cemiyet hayatı olan Zonguldak. Prenses Süreyya’nın kadınlarının eğitim seviyelerini ve şıklığını görüp hayret ettiği Zonguldak. Sanayiinin başkenti, işçinin emekçinin alınteri Zonguldak. Orhan Veli’nin sözleriyle “yüz karası değil, kömür karası” olan Zonguldak. Emekçileriyle bütün dünyayı oynatabilecekken, 1980 politikaları nedeniyle şimdi dişleri çekilmiş yorgun bir aslan haline getirilen emeğin başkenti Zonguldak…

    YanıtlaSil
  2. Zonguldak ismini duyunca yazmadan duramadım. Ancak ismimi yazmayı unutmuşum, kusura bakmayın.
    Şükran Balekoğlu Yamak

    YanıtlaSil