Konya’da
ilk günümüz… Yol yorgunluğunun zerresi yok üzerimizde. Atalarımız: “Erken kalktım işime, şeker
kattım aşıma.” sözünü boşuna söylememiş. Erkenden yola çıkmanın yararını
görmekteyiz. Zaman geçirmeden keşfe çıkıyoruz Selçuklunun tarihsel başkentini
ve tahılın toprağa ilk atıldığı uygarlık kokan toprakları.
Atatürk
Anıtının güzelliği, içerdiği anlam, bizi daha çok gezip görmek için kamçıladı.
Anıttan ayrıldık, ardımıza dönüp baka baka. Caddenin karşısına geçtik. Orada
bir cami var. Gösterişsiz, tek minareli… Adı, Amber Reis Cami… Camiyi gezmeden
önce kitabesini okuyup içimiz burkuldu. Asıl cami, yerinde yok! Selçuklu dönemi
cami, zamana yenik düşüp yıkılmış. Yerine 1911 yılında gezmekte olduğumuz yapı
yapılmış. Aslına uygun olduğu söyleniyor, ama ne kadar gerçek? Üzerinde bulunan
caddeye de adını vermiş. Olsun, yine de tarihsel bir yapı. Selçuklu yerine,
Osmanlı yapıtını gördük, fena mı?
Camiden
çıkıp caddenin karşısına geçtik. Gardan inip kent merkezine giderken önünden
geçtiğimiz Konya Lisesinin bahçesine girdik. Olağanüstü bir taş yapının
karşısındayız. Önce çevresini gezdik doya doya. Bahçeye sonradan yapılan
yapılar, uygun düşmemiş. Tarihsel yapının görkemine uygun yapılar değil bunlar.
Keşke o yapılar, başka yerlere yapılsaydı. Ana kapıya yaklaştık. Yapım tarihi,
1885… Taş yapı, yıllara meydan okumuş. Lisenin içine girmek için basaktan yavaş
adımlarla çıkıp içeri girdik. Geçenekte de aynı sessizliğimiz sürmekte. Sanki
tarihsel yapıyı rahatsız etmeme, onu incitmeme tavrı içindeyiz.
Geçenekte,
kapının karşısında bulunan duvarda uzun bir liste var. Metal levhalar üzerine
yazılan adlar. Liseden mezun olan ünlü kişilerin adları… Çoğu, çoktan aramızdan
ayrılmış memleket evlatları… Eşim orada arkadaşımız Hatice Bağrıaçık
Çankaya’nın soyadını taşıyan bir ad görünce heyecanla kolumdan çekip gösteriyor
bana. Mustafa Bağrıaçık, eski valilerden… Fotoğrafını çekip gönderiyoruz
Hatice’ye de eşi Murat’a da. Telefonlaşınca Hatice’nin dedesi olduğunu
öğreniyoruz Mustafa Bağrıaçık’ın. Türk Diyabet Cemiyeti, Türk Diyabet ve
Obezite Vakfının kurucularından Prof. Dr. Nafiz Bağrıaçık’ın babası…
Onur
tablosun önünden ayrılıp birkaç adım attıktan sonra okul müdürünün odasına
girdik. Kendimiz tanıttık. Güler yüzle karşılandık, oturmak için buyur edildik.
Zübeyir Yavuz Bey’e anıtla ilgili sorumu sordum. Uzun uzun konuştuk. Yapı hiç
ara vermeden lise olarak hizmet etmiş yıllara meydan okuyarak. Kaç kuşak, bu
liseden mezun olmuş. Ülkemizde en az üç kuşağın (Dede, baba, torun ya da
anneanne, anne, torun…) öğrenim gördüğü
okullar çok az. Bunlardan biri, Konya Lisesi… Burada şunu da belirtmeliyim. Üç
kuşağın yaşadığı evler de ne yazık ki çok az. Bir kurumda, yerde, konutta
insanın tarihsel köklerinin olması çok güzel. Böyle olunca kişilerde kurumlara,
yaşanan yerlere karşı aidiyet duygusu güçlenir. Bundan sonra da bu tarihsel
yapının lise olarak hizmetini sürdürmesi en büyük dileğimiz.
Zübeyir
Bey’le söyleşimiz güzel. Karşılıklı öğreniyoruz birbirimizden. Söyleşi güzel de
gezilecek yer çok, zaman dar. İzin isteyip kalkıyoruz. Bize zaman ayırdığı için
kendisine, içten bir “Sağol!” diyoruz.
Liseden
çıkıp Atatürk Caddesinde yürüyoruz. Sıcak iyice bastırmış, umurumuzda mı?
Değil…
Alaaddin
Tepesine geldik. Burası bir höyük. Kim bilir altında hangi uygarlıkların
kalıntıları var? Yeşil alanın serinliğini duyumsamaktayız. Tepeyi aşıp
yamacındaki caminin önüne geldik. Burası, tarihin içinden haberler getiren
Alâeddin Camisi. Yapının dıştan görünüşü olağanüstü. Ayakkabılarımız çıkarıp
raflardan birine koyduk. Çevreyi gözetledik. Ayakkabılarımızın çalınma korkusu
içindeyiz. İçimden “Boş ver, çalınırsa çalınsın. Şu camiyi ağız tadıyla
gezelim.” dedim. İçerisi büyüleyici… Cami de tepe de adını Selçuklunun en
parlak dönemini yaşatmış Alâeddin Keykubat’tan almış. Konya’nın en eski ve en
büyük camisi burası.
Cami,
uzun bir dikdörtgen biçiminde. Ancak dikdörtgenin uzun kenarı kıbleye bakmakta.
Bunun nedeni, ön safta kılınan namazın daha çok sevap getireceği düşünülerek
daha çok kişiye ön safta namaz kılma fırsatı tanımak. Hayranlık içinde camiyi
gezdik. Caminin iki ayrı kapısı var. Biz girdiğimiz kapıdan çıktık.
Ayakkabılarımız alıp giymeye çalışmaktayız. Camiye girerken kapının kıyısında
dikilen yaşulu bir kişi vardı. Zayıf, orta boylu… Girişte göz göze gelmiştik.
Çıkarken yine göz göze geldik. Gözlerinin içi gülmekte. Camiyle ilgili bir şey
sorup konuşmak istedim. Böylece söyleşimiz başladı.
Tanıştığımız
kişi, Sabri Arıcı… Alçakgönüllü, sıcak biri… Üniversiteyi bitirdikten sonra
türlü işlerde çalışmış. Yabancı dil öğrenmiş. Araştırıp öğrenmeyi yaşam biçimi
olarak benimsemiş Özellikle Konya tarihine odaklanmış. Şimdilerde turist
rehberliği yaparmış.
Neyse
sözü uzatmayalım. Onunla camiyi yeniden gezdik. Onun bilgileriyle yeni bir bakış
açısı kazandık. Caminin üç kapısı kuzeyde, bir kapısı doğuda. Doğu kapısından girdiğimizde
karşımıza kırk dört tane mermer sütun çıktı. Ancak bunlardan dördü, diğerlerinden
farklı. Bir tanesi Roma, ikisi Bizans, biri de Yunan sütunu. Bu uygarlıkları
simgesi olan figürlerle dolular. Doğu kapısının tam karşısında bir çelik kasa
var. Bunun içinde değerli takılar ve paralar saklanmaktaydı. Bir nevi
emanetçilik... Batı yönüne doğru yürüdüğümüzde solda karşımıza, 1155’te Ahlatlı
Usta Hacı Mengüm Berti’nin yaptığı minber çıkar. Abanoz ağacından minber, metal
çivi kullanılmadan yapılmış. İşlemeler, oymalar olağanüstü. Caminin mimarı,
Dımaşklı Mehmed Bin Havlan… Minare, Osmanlı döneminde yapılmış. Camide kubbe
var. Ancak Konya’daki Selçuklu dönemi camilerinin çoğunda kubbe ve minare yok.
Caminin
batı yanında bir pencere var çıkıntılı. Önünde bir insanın ayakta durabileceği
bir boşluk. Burası o dönemde halka seslenmek için kürsü olarak kullanıyormuş.
Sultanlar Buraya çıkarak dışarıda ya da içeride toplanan halka konuşma
yaparmış. Çok ilginç değil mi? Halktan kopmayan sultanlar varmış demek ki
tarihimizde.
Cami
avlusunda bulunan tamamlanmış türbede, Selçuklu sultanlarının birçoğunun mezarı
var. Tamamlanmayan türbe ise boş. Kim için yapıldığı konusunda söylenceler
farklı. Avluda bir süre dolaştık. Sabri Bey’le söyleştik, bilgilendik.
Avludan
çıkıp yavaş adımlarla yürüdük aşağıya doğru. Alâeddin Cami, gördüğüm camilerin
en güzellerinden biri. Arkamızda büyük bir tarihsel anıtı bırakarak ilerliyoruz
akşam olmak üzereyken. Caddenin karşısına geçerek İnce Minareli Medresenin
önüne geldik. Müze kapalı, içeriye girilmiyor. Dışarıdan tarihsel yapıyı
inceledik. Burada Sabri Bey’le vedalaştık. Bir dost kazanmanın mutluluğuyla
yeni yerleri görmeye gittik.
Adil
Hacıömeroğlu
9 Eylül
2021
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder