KONYA’DA İLK GÜN (Dinlence Yazıları 9)


Konya’da ilk günümüz… Yol yorgunluğunun zerresi yok üzerimizde.  Atalarımız: “Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma.” sözünü boşuna söylememiş. Erkenden yola çıkmanın yararını görmekteyiz. Zaman geçirmeden keşfe çıkıyoruz Selçuklunun tarihsel başkentini ve tahılın toprağa ilk atıldığı uygarlık kokan toprakları. 

Atatürk Anıtının güzelliği, içerdiği anlam, bizi daha çok gezip görmek için kamçıladı. Anıttan ayrıldık, ardımıza dönüp baka baka. Caddenin karşısına geçtik. Orada bir cami var. Gösterişsiz, tek minareli… Adı, Amber Reis Cami… Camiyi gezmeden önce kitabesini okuyup içimiz burkuldu. Asıl cami, yerinde yok! Selçuklu dönemi cami, zamana yenik düşüp yıkılmış. Yerine 1911 yılında gezmekte olduğumuz yapı yapılmış. Aslına uygun olduğu söyleniyor, ama ne kadar gerçek? Üzerinde bulunan caddeye de adını vermiş. Olsun, yine de tarihsel bir yapı. Selçuklu yerine, Osmanlı yapıtını gördük, fena mı?

Camiden çıkıp caddenin karşısına geçtik. Gardan inip kent merkezine giderken önünden geçtiğimiz Konya Lisesinin bahçesine girdik. Olağanüstü bir taş yapının karşısındayız. Önce çevresini gezdik doya doya. Bahçeye sonradan yapılan yapılar, uygun düşmemiş. Tarihsel yapının görkemine uygun yapılar değil bunlar. Keşke o yapılar, başka yerlere yapılsaydı. Ana kapıya yaklaştık. Yapım tarihi, 1885… Taş yapı, yıllara meydan okumuş. Lisenin içine girmek için basaktan yavaş adımlarla çıkıp içeri girdik. Geçenekte de aynı sessizliğimiz sürmekte. Sanki tarihsel yapıyı rahatsız etmeme, onu incitmeme tavrı içindeyiz.

Geçenekte, kapının karşısında bulunan duvarda uzun bir liste var. Metal levhalar üzerine yazılan adlar. Liseden mezun olan ünlü kişilerin adları… Çoğu, çoktan aramızdan ayrılmış memleket evlatları… Eşim orada arkadaşımız Hatice Bağrıaçık Çankaya’nın soyadını taşıyan bir ad görünce heyecanla kolumdan çekip gösteriyor bana. Mustafa Bağrıaçık, eski valilerden… Fotoğrafını çekip gönderiyoruz Hatice’ye de eşi Murat’a da. Telefonlaşınca Hatice’nin dedesi olduğunu öğreniyoruz Mustafa Bağrıaçık’ın. Türk Diyabet Cemiyeti, Türk Diyabet ve Obezite Vakfının kurucularından Prof. Dr. Nafiz Bağrıaçık’ın babası…

Onur tablosun önünden ayrılıp birkaç adım attıktan sonra okul müdürünün odasına girdik. Kendimiz tanıttık. Güler yüzle karşılandık, oturmak için buyur edildik. Zübeyir Yavuz Bey’e anıtla ilgili sorumu sordum. Uzun uzun konuştuk. Yapı hiç ara vermeden lise olarak hizmet etmiş yıllara meydan okuyarak. Kaç kuşak, bu liseden mezun olmuş. Ülkemizde en az üç kuşağın (Dede, baba, torun ya da anneanne, anne, torun…)  öğrenim gördüğü okullar çok az. Bunlardan biri, Konya Lisesi… Burada şunu da belirtmeliyim. Üç kuşağın yaşadığı evler de ne yazık ki çok az. Bir kurumda, yerde, konutta insanın tarihsel köklerinin olması çok güzel. Böyle olunca kişilerde kurumlara, yaşanan yerlere karşı aidiyet duygusu güçlenir. Bundan sonra da bu tarihsel yapının lise olarak hizmetini sürdürmesi en büyük dileğimiz.

Zübeyir Bey’le söyleşimiz güzel. Karşılıklı öğreniyoruz birbirimizden. Söyleşi güzel de gezilecek yer çok, zaman dar. İzin isteyip kalkıyoruz. Bize zaman ayırdığı için kendisine, içten bir “Sağol!” diyoruz.

Liseden çıkıp Atatürk Caddesinde yürüyoruz. Sıcak iyice bastırmış, umurumuzda mı? Değil…

Alaaddin Tepesine geldik. Burası bir höyük. Kim bilir altında hangi uygarlıkların kalıntıları var? Yeşil alanın serinliğini duyumsamaktayız. Tepeyi aşıp yamacındaki caminin önüne geldik. Burası, tarihin içinden haberler getiren Alâeddin Camisi. Yapının dıştan görünüşü olağanüstü. Ayakkabılarımız çıkarıp raflardan birine koyduk. Çevreyi gözetledik. Ayakkabılarımızın çalınma korkusu içindeyiz. İçimden “Boş ver, çalınırsa çalınsın. Şu camiyi ağız tadıyla gezelim.” dedim. İçerisi büyüleyici… Cami de tepe de adını Selçuklunun en parlak dönemini yaşatmış Alâeddin Keykubat’tan almış. Konya’nın en eski ve en büyük camisi burası.

Cami, uzun bir dikdörtgen biçiminde. Ancak dikdörtgenin uzun kenarı kıbleye bakmakta. Bunun nedeni, ön safta kılınan namazın daha çok sevap getireceği düşünülerek daha çok kişiye ön safta namaz kılma fırsatı tanımak. Hayranlık içinde camiyi gezdik. Caminin iki ayrı kapısı var. Biz girdiğimiz kapıdan çıktık. Ayakkabılarımız alıp giymeye çalışmaktayız. Camiye girerken kapının kıyısında dikilen yaşulu bir kişi vardı. Zayıf, orta boylu… Girişte göz göze gelmiştik. Çıkarken yine göz göze geldik. Gözlerinin içi gülmekte. Camiyle ilgili bir şey sorup konuşmak istedim. Böylece söyleşimiz başladı.

Tanıştığımız kişi, Sabri Arıcı… Alçakgönüllü, sıcak biri… Üniversiteyi bitirdikten sonra türlü işlerde çalışmış. Yabancı dil öğrenmiş. Araştırıp öğrenmeyi yaşam biçimi olarak benimsemiş Özellikle Konya tarihine odaklanmış. Şimdilerde turist rehberliği yaparmış.

Neyse sözü uzatmayalım. Onunla camiyi yeniden gezdik. Onun bilgileriyle yeni bir bakış açısı kazandık. Caminin üç kapısı kuzeyde, bir kapısı doğuda. Doğu kapısından girdiğimizde karşımıza kırk dört tane mermer sütun çıktı. Ancak bunlardan dördü, diğerlerinden farklı. Bir tanesi Roma, ikisi Bizans, biri de Yunan sütunu. Bu uygarlıkları simgesi olan figürlerle dolular. Doğu kapısının tam karşısında bir çelik kasa var. Bunun içinde değerli takılar ve paralar saklanmaktaydı. Bir nevi emanetçilik... Batı yönüne doğru yürüdüğümüzde solda karşımıza, 1155’te Ahlatlı Usta Hacı Mengüm Berti’nin yaptığı minber çıkar. Abanoz ağacından minber, metal çivi kullanılmadan yapılmış. İşlemeler, oymalar olağanüstü. Caminin mimarı, Dımaşklı Mehmed Bin Havlan… Minare, Osmanlı döneminde yapılmış. Camide kubbe var. Ancak Konya’daki Selçuklu dönemi camilerinin çoğunda kubbe ve minare yok.

Caminin batı yanında bir pencere var çıkıntılı. Önünde bir insanın ayakta durabileceği bir boşluk. Burası o dönemde halka seslenmek için kürsü olarak kullanıyormuş. Sultanlar Buraya çıkarak dışarıda ya da içeride toplanan halka konuşma yaparmış. Çok ilginç değil mi? Halktan kopmayan sultanlar varmış demek ki tarihimizde.

Cami avlusunda bulunan tamamlanmış türbede, Selçuklu sultanlarının birçoğunun mezarı var. Tamamlanmayan türbe ise boş. Kim için yapıldığı konusunda söylenceler farklı. Avluda bir süre dolaştık. Sabri Bey’le söyleştik, bilgilendik.

Avludan çıkıp yavaş adımlarla yürüdük aşağıya doğru. Alâeddin Cami, gördüğüm camilerin en güzellerinden biri. Arkamızda büyük bir tarihsel anıtı bırakarak ilerliyoruz akşam olmak üzereyken. Caddenin karşısına geçerek İnce Minareli Medresenin önüne geldik. Müze kapalı, içeriye girilmiyor. Dışarıdan tarihsel yapıyı inceledik. Burada Sabri Bey’le vedalaştık. Bir dost kazanmanın mutluluğuyla yeni yerleri görmeye gittik.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   9 Eylül 2021

.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder