Çocukluğumuzda, bize yaşamı öğreten büyüklerimizin (dede ve
ninelerimizin) çoğu, önce aralıksız süren Trablusgarp’tan I. Dünya Savaşı’na
dek süren on bir yıllık savaş dönemini yaşamışlardı. Ayrıca Osmanlının son
dönemindeki yıkılışın çatırtılarının, parçalanmanın getirdiği sosyal ve siyasal
sorunların, dönemin yoksulluğunun, yokluğunun, karışıklıklarının,
çatışmalarının içinde doğup büyümüşlerdi. Bu kuşaktan bazıları, II. Dünya Savaşı’nın tüm
yoksunluklarını da yaşamışlardı acı dolu yüreklerle.
On bir yıl süren savaşlarda birçok aile yok oldu. Bazı
aileler parçalandı. Neredeyse her aileden cephelere gidip dönmeyenler vardı.
Sakat kalanlar ise sayılmayacak denli çoktu. Bu acılarla yürekleri dolup
çelikleşmişlerdi. Zor koşullara dayanmalarının nedeni, belki de acıların üst
üste gelmesiydi. İşgal yıllarında göç ettiler doğup büyüdükleri topraklardan.
Gittikleri yerlerde yoksullukları da acıları da çoğaldı. Boyun eğip
vazgeçmediler, olumsuz koşullara direndiler. Yaşamın güçlüklerine karşı içsel,
düşünsel, bedensel bir savaş yürüttüler. Sonunda da bu savaşı yaşayarak kazandılar.
Anne ve babalarımız, II. Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarının
tanığıydı. Dünyanın içine girdiği ekonomik, siyasal bunalım içinde yaşama tutunmaya
çalıştı büyüklerimiz. Neredeyse dünyanın yarısı birbirleriyle boğazlaşırken ve
milyonlarca insan bu emperyalist egemenlik savaşının kurbanı olup can verirken
ülkemiz insanı da bir lokma ekmekle yaşamda kalmaya çalıştı ve başardı.
Her iki kuşak da zorluklar karşısında çözümler bulma, yokluklar
içinde yaşamda kalma ustasıydı. Evlerde hiçbir şey atılmazdı. Her şeyden
yararlanmanın bir yolu bulunurdu. “Savurganlık” sözcüğü kapıdan bacadan da olsa
evlere giremezdi. Tutumluluk, en üst düzeydeydi. Bir iğnenin, bir kibrit çöpünün,
eskimiş de olsa bir karış bezin değeri bilinirdi. Tarla ve bahçelerde ekilip
dikilmeyen bir avuç toprak bırakılmazdı. Günlük yaşamımızda birkaç şey dışında,
neredeyse her şeyi kendi olanaklarımızla üretirdik.
Komşu, komşunun külüne muhtaç olduğundan, insanlar arasındaki
dayanışma üst düzeydeydi. Zor ya da ivedilik gösteren işler, komşularla elbirliğiyle
yapılırdı. Bu da işleri, kolay kılardı.
Eskiyen giysiler atılmazdı. Bu giysiler, dikişlerinden sökülürdü
öncelikle. Sonrasında makasla parmak kalınlığında kesilirdi upuzun. Bezin ucuna
gelindiğinde kesme işi bitmez, makas ustaca bir kıvraklıkla geri döner ve eskilerden
oluşturulan ipler uzamış olurdu. Bu ipimsi bez parçaları birbirine düğümlenip eklenerek
yumak durumuna getirilirdi.
Eskimiş giysilere, Doğu Karadeniz’in birçok yerinde “purtul”
denir. Bu sözcük, “pırtı”nın yöresel ağızla söylenişiydi. Purtulları ipe
dönüştürmeyi daha çok ninelerimiz yapardı. Çoğu zaman biz çocuklar da onlara
yardım ederdik dikişleri sökme, makasla bezlerden uzun ipler çıkarmada.
Evlerin çoğunda dokuma tezgâhları vardı. Bunlarda daha çok kendir
liflerinden yapılan yöreye özgü foretika bezleri dokunurdu. Kimi zaman da
eskilerden biriktirdiğimiz ipliksilerle rengarenk kilimler… Bu kilimler; farklı
bezlerden oluştuğundan, bunlarda neredeyse olmayan renk yoktu. Kilimleri
sağlamlaştırmak için bazı kişiler, aralara kendir ipleri koyarlardı. Sıkıca
dokunan bu kilimler evimizin süsüydü. Ayrıca purtullardan daha basit dokumayla
yolluklar yapılırdı. Bunlar, daha çok dış kapı önünde bulunan dar geçeneklere
(koridorlara) serilirdi. Odaların kapıları, sağlı sollu bu geçeneğe açılırdı.
Genellikle purtullardan oluşan kilimleri kadınlar dokurdu. Kilimlere, biçim veren ustalar da vardı. Yoksul evlere, varsıllık kazandırırdı bu el emeği, göz nuru sanat yapıtları. Kışın sıcaklığını, yazın serinliğini duyumsardık üstüne bastıkça.
Çocukluğumda en sevdiğim şey, purtuldan yapılan kilimlerin
üzerinde yatıp yuvarlanmaktı. Onlara yuvarlandıkça annemin, ninemin
sıcaklıkları, ellerinin okşamasını duyumsardım sanki. Onlar odalarımıza,
mutfaklarımıza, geçeneklerimize iç sıcaklığı, güzellik katardı.
Şimdi köylerimizde, kasabalarımızda ve kentlerimizde purtul
yok. Bu purtulları örecek tezgahlarda bulunmuyor nedense. Tezgâh başında oturup
bir ezginin ritmini çıkararak kilim dokuyan nineler de anneler de tarihin
sayfaları arasında yerlerini aldılar. Bu güzel geleneğin yok olmaması için Kültür
Bakanlığına, Halk Eğitim Merkezlerine ve yerel yönetimlere görev düşmekte. Bu
halk sanatı, unutturulup yok edilmemeli. Bu sanat yaşatılmalı ki halk da
kültürümüz de yaşasın.
Adil
Hacıömeroğlu
12
Eylül 2023
Hocam ağzına sağlık klasik bir ifade olur. Allah razı olsun. Tarhe ışık tutar kimlimizi oluşturan nüveleri harlamdırırsın. Tebrik ederim. varolasın…
YanıtlaSilHarikasın ekrana, yazılarından dolayı kutlarım. Adil bey nerede yaşıyorsunuz.
YanıtlaSilYerel yönetimlerin belki de en kritik görevlerinden birisi yöresel kültürü yaşatmak olmalı. Önemli bir konuya değinmişsiniz hocam .
YanıtlaSilTam yaşayamamış olsakta bir kısmını yaşamış birisi olarak duygularımıza tercüman oldunuz, geçmişe duygu dolu bir yolculuk yaptık, tabiki o zamanları olduğu gibi yaşamak mümkün değil ama doğru yaşam da şuanda yaşadığımız değil , en önemli sorunlarımızdan birisi israf, diğeri de doyumsuzluk ve tatminsizlik..
YanıtlaSilGeçmişe gönderdiniz beni. Yaşadığım şehirde, 15 sene kadar önce bu kilimleri üretip yurtdışına ihraç eden bir firma vardı. Çok şık kilimler üretiyordu. Geçenlerde aklıma geldi, soruşturdum kapanmış.
YanıtlaSilSon zamanda üretilen halı denilen yaygıların hemen hepsi plastik. El halılarını üreten köylü az ve yenileri cep yakıyor. Sahip olduklarımıza iyi bakalım. Selam ve sevgi ile hoşta kalın…
Şükran Balekoğlu Yamak
Adil hocam ne güzel unutulmaya yüz tutmuş çaput , kilim dokumayı annelerimizin , annelerimizin hertürlü doğaya destek için eskileri değerlendirmesi takdire şayan , anılara tanıklık etmeyi , yaşanmışlıkları ben de seviyorum.Yaşam alanlarımıza renk katan kilim desenlerinin , motiflerinin herbirinin hikayesi var. Kadınlar motifleri yaparken sözle söyleyemediklerini motifle dile getirmişler.Türk kültürünün yaşatılması ve geleceğe aktarılması hedeflenip, kırsaldaki kadınlarımıza dokuma tezgahlarında öğretip yetişmekte olan yeni kuşağın öğrenmelerine olanak sağlamalıyız.Doğal ve sürdürülebilir olması , dayanıklılığı bazı yörelerimizde aile mirası haline gelmiştir.El işçiliği ile üretilen yerel kültürü ve elsanatlarını destekleyerek ekonomiye de katkı sağlanır.Derneğimizin amaçları doğrultusunda bu sene 8 ay Ankara keçisi tiftiğinden elde edilen iplik ile “sof kumaş” dokumaya kursa gidip öğrendim . Ustalık sınavına hazırlanıyorum kilim deseniyle başarabilirsem usta öğretici olup kırsalda , köylerde öğreteceğiz .Bizlere geçmişimizi yaşattığınız için teşekkürler.Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil