Serin bir bahar cumartesisi sabahı… Geceleyin bolca yağmur
yağmış. Yerler ıpıslak… Gökyüzü bulutlu… Sabahın erkencileri kuşlar… Bazıları
beslenme telaşında, bazıları da yuva yapma… Gece karanlığının yitip gittiği,
gündüzün aydınlığının egemen olduğu sabahın erken zamanı… Balkona çıkınca
serinliğin getirdiği temiz havayı derince solumaya çalışmaktayım. Serinliğin
getirdiği yaşam, tüm bedenimi ve tinimi canlandırmakta.
Gökyüzünün en çalışkanları kırlangıçlar… Hiç durmayan
ötüşleri ve ivedi kanat çırpışlarıyla beslenme kaygısındalar. Havada yaptıkları
zikzaklar izleyeni büyülemekte… Ben bakmaktan yoruluyorum, onlar ise uçmaktan
yorulmuyor. Martı ve kargaların egemen olmaya çalıştığı gökyüzünde, onların
aralarından delice su gibi akmaktalar.
Gökyüzü bulut bulut… Ak bulutlar, açık ve koyu kurşuni
olanlar… Tenimde duyumsadığım yel, bulutları sallandırmakta gökyüzünde… Küme
küme gitmekteler kiminin sılasına, kimilerinin de gurbetine doğru. Bazıları bir
bilinmeze yol almakta. Onlar devindikçe güneş başını çıkarmakta aradan.
Bulutların arasından başını çıkaran güneşi, nedense bana kalabalıkla çekinilen
fotoğraflarda büyüklerin arkasından yer bulup gülümseyen muzip çocuklara
benzetirim. Güneş de arada bulutların arasından göz kırpıp gülümseyen çocuklar
gibi bakmakta bana. Çocuklar güneş resmi yaptıklarında hep gülen bir yüz
çizmeleri bundandır sanırım. Ayrıca çocuklar, hep olumlu düşünür, mutlu düşler
kurar. Eee, doğaya yaşam veren güneş, gülmesin de ne yapsın?
Her zaman olduğu gibi çayımı demlemişim. İnce belli
bardağımda kıpkızıl durmakta yaşam iksirim. Bir yandan bilgisayarımda yazı
yazarken diğer yandan ise açık balkon kapısından gökyüzüne bakmaktayım.
Kırlangıçlar hep gözümün önünde… Onları her izlediğimde içime çocukça bir
sevinç dolar. Bu sabah çok beklemedim. Önce Atacan, sonra da eşim uyanıp geldi.
Cumartesi, pazar günleri kahvaltı hazırlamak eşimin işi… Haftanın beş günü ben
hazırlamaktayım kahvaltıyı. Hafta sonlarında da çayları doldurmak benim işim.
Sofranın hazırlanmasına yardım ediyorum küçük dokunuşlarla.
Kahvaltımızı yapıp çıktık, Atacan yüzmeye gidecek. Yollarda
taşıt kalabalığı var. Taşıt düdükleri, motor gürültüleri kuşluk vaktinin
masumiyetini yok etmekte. Ne bulutlara ne kırlangıçlara ne de yuvalanma telaşı
içindeki kumru, güvercin ve kargalara bakan var. Yeşeren ağaçların her geçen
gün yapraklarının renkleri koyulaşmakta. Meyvelerin çoğu çiçeklerle bezenmiş,
bazıları ise meyveye durmuş bile. Nedense İstanbul’da herkesin işi ivedi. Sanki
insanlar; bu koca kente yaşamaya, yaşamın tadını almaya değil de hırçın
koşturmalar için gelmişler. Belki de her gün geçtikleri yollarda her sabahın
birbirine uymadığını ayrımsayan yok!
Koşuyolu’ndaki yüzme havuzuna zamanında geldik. Eşim,
Atacan’ı havuza götürdü. Oradan yakında bulunan bir kahve dükkânında
arkadaşlarıyla buluştu. Ben de her zamanki gibi Koşuyolu’ndaki parkı, kuş
cıvıltıları arasında ivedilik göstermeden yürüyüp geçtim. Marketten su ve
yiyecek bir şeyler alıp çantama koydum. Hesabı öderken genç arkadaşım Cem
Serttaş aradı telefonla. Marketin önünde buluştuk. Parkın cıvıltısında yürüdük.
Havuzun karşısındaki pastaneye girip birer çay içtik. Az sonra çocuklar
havuzdan çıktı. Dört hanım gezmeye karar vermişler çocuklarıyla. Kadınların
hemencecik örgütlenip bir işe karar verme hızları, beni oldum olası şaşırtır.
Doğaldır ki bu gezmelerin içinde kesinlikle alışveriş var. Biz eşlere de yol
göründü. Herkes ayrıldı. Gönül, Yaprak ve Birsen hanımlarla üç çocuk eşimin
arabasına doluştular. Ben de oradan Marmaray’a yürüdüm. Yürürken arkadaşım
Bülent Baş’ı aradım. O da Söğütlüçeşme’deymiş.
Ayrılıkçeşmesi’nden bindim trene. Neden mi bu çeşmenin adı
ayrılık? Osmanlı döneminde Selimiye kışlasından sefere çıkan askerler, burada
aileleriyle vedalaşırlar. Vakti zamanında gürül gürül akan çeşme varmış burada.
Bu vedalaşmada gözyaşları, çeşmenin suyuna karışırmış çoğu zaman.
Bülent’le buluştuk. “Bekle biraz. Kazım gelecek, Şair Hüseyin
Haydar da metrobüste.” Bu arada Hüseyin’e kızmakta. “Hep geç kalır bu adam…” O
beklerken ben, izin isteyip Hasan Paşa’da bir yakınıma uğradım. Ayaküstü bir
konuşmadan sonra geri döndüm. Bülent, Hüseyin’e kızmakta geciktiği için hâlâ.
Az sonra Hüseyin’in gülümseyen yüzü göründü. Onu görünce Bülent’in kızgınlığı
sevince dönüştü. Üçümüz, Kazım’ı beklemek için sıkışık trafiğin yaya
kaldırımında durmaktayız. Az sonra Kazım geldi. Arabasına bindik.
Söyleşerek Zafer Bilgin’e gideceğiz. Zafer Libadiye’de…
Kolayca ulaştık oraya. Zafer heyecanlı, yol kıyısında bizi beklemekte.
Yeşillikler içinde tek katlı bir yapı. Burası onun sanat galerisi… Bu sanat
erleri de konacakları yeri iyi bilmekte. Şu betona boğulmuş koca kentin içinde
yeşile gömülmüş tek katlı bir yapıyı bulmak da önemli bir beceri ve ince bir
sanat. Duvarlar, tablolarla kaplanmış. Geniş sayılabilecek bir salon… Bir
sanatçı dağınıklığı söz konusu. Her dolabın, masanın üstünde, köşe bucakta
gazete, dergi ve kitaplar… Ortada bir masa, az sonra bizim çilingir masamız
olacak.
Masayı, Zafer Bilgin ile Şair hazırladı. Biz de kendimizce
dokunmalar yaptık “Hala hatırın kalmasın!” deyimine uygun olarak. Hüseyin
Haydar’ın her zamanki neşesi, coşkusu üzerinde. Sürekli türkü mırıldanmakta. Zafer,
çok heyecanlı ve mutlu…
Ülkemizin önemli aydın birikimine sahip, bir dönemin
belgeselcisi Bülent; masanın “Ağır Abisi”…
Kazım Göker, her zamanki gibi sessiz bir gözlemci… Uzun
zaman kaldığı Çin anılarını bile taksit taksit anlatmakta. Söyleşimizin
anadüşünce tümceleri ondan çıkmakta arada sırada.
Masanın çevresinde dostluğa susamış beş arkadaşız. Resimden
edebiyata, müzikten sanat dergilerine dek uzanan bir geniş alanda dolanıp
durmaktayız. Doğaldır ki siyasete girmeden olmuyor. Giriyoruz, ama dalıp
boğulmuyoruz içinde. Arada türküler söylüyoruz. Çünkü türküsüz olmaz. Zafer’in
iki muhabbet kuşunun ötüşleri, söyleşimize ve türkülerimize renk katmakta.
Kafesin yanındaki yuvada yumurtaları var. Yakında yavrular çıkacak ve Zafer,
dede olacak. Biz söyleştikçe bulutlar dağılmakta gökyüzünde, güneş kendini
göstermekte. Sonrasında güneş boynunu büktü, kurşuni yapılar arasında yitip
gitti. Akşam alacası var dışarda. Oturduğumuz yerin ışıkları ışıl ışıl… Dostluk
masasının lezzeti, söyleşinin parıltıları bir o kadar daha aydınlatmakta her
yanı.
Vakit ilerledi. Hepimiz bir yana dağılacağız. Zafer
“Kalkmayın, gitmeyin!” demekte ısrarla. Bakışlarıyla resim yapmakta, gülüşüyle
fırça sallamakta dostluk tablosuna. Şair de gönülsüzdü kalkmaya. Ayakları geri
geri gitmekte. Bülent ve Kazım’la zengin kalkışı yapıyoruz. Şair de zorunlu
olarak bize uyuyor. Vedalaşmamız uzun bir patika dağ yolunda yürür gibi.
Kucaklaşmalarımızı, biçilmemiş çimlerin yeşilliklerine bırakıp ayrılıyoruz.
Arabaya binip yola koyulduk. Zaferin gülüşleri ardımızda bir çiçek demeti.
Masada oturduğum sürece karşımdaki üç tabloyu inceledim
kendimce. Hele biri var ki gözümü ayıramadım ondan. Siyahi bir kadının iki
yandan kollarına sarılmış iki çocuk. Adeta kadının kollarına tutuşlarıyla
kelepçe olmuşlar. Tablolarda kara derili insanlar çokça. Uygar(!) batının emeklerini
çaldığı, kanlarını akıttığı, canlarını aldığı, bilinçli olarak bulaştırdıkları
salgın sayrılıklarla topluca yok ettiği, aynı otobüslerde yolculuk etmedikleri,
aynı aşevlerinde ayrı masalarda bile olsa yemek yemedikleri Afrika’nın kara
derilileri. Yol boyunca gözümün önünde tablolar. Türlü düşlerin içindeyim.
Kazım da Hüseyin de Çin’de yaşamışlar. Çinlilerden söz
etmekteler. En büyük özelliklerinin kendi toplumunun eksiklikleri ve
tarihlerindeki olumsuzluklarıyla ilgili yabancılara söz etmemeleri. Olasıdır ki
bu yurtseverliktir onların toplumsal ilerlemelerinin tansığını yaratan.
Önce Şair’i metrobüs durağının önünde indiriyoruz. Kazım,
karar vermiş hepimizi evlerimize bırakacak. Olağan olarak arabada da söyleşimiz
sürmekte. Kaşla göz arasında Bostancı’ya gelince ben indim taşıttan. Kazım’la
Bülent Altıntepe’ye doğru yol aldılar.
Mutlu ve dostlukla dolu bir günün sonunda eve geldim.
Dostluğun verdiği tinsel besinle erinç içinde bir geceye yelken açtım. Beş
saate yakın bir söyleşi hem bedenime hem de tinime iyi geldi. Böyle bir gecede
uyumak en güzeli.
Adil Hacıömeroğlu
7
Mayıs 2023
Ne güzel bir haftasonu... Kendi haftasonumu şiir yapsam şöyle olur: Denizi dinliyorum gözlerim kapalı
YanıtlaSilDağdan esen yeli duyumsuyorum
Zindelik, bahar, huzur ve güneş
İşte hepsi bir arada
Ve irkiliyorum bir anda
"Delilerin Deli'sinin son videosunu izlediniz mi?"
Küfrü basıyorum...
Değerli Adil Öğretmenim , dostlarla buluşup sanat , edebiyat konuşmak türkü söylemek ne güzel , anılar güzeldir .Anlatımınızla kalıcı kalmadı daha da manalı , arkadaşlıkları dostluğa dönüştürmek yıllar geçse de bıraktığınız yerden sürdürebilmek ayrı bir mutluluk , yüreğinize sağlık👏👏🙏🏻💙🍀🧿🌺Fulya Kırımoğlu👩🦰
YanıtlaSil