Köyümüz Gülderen, yaklaşık on köyün merkezi... Köyümüz
merkezinde (Biz, Caminin Yanı deriz.) insanların neredeyse günlük yaşamları
için gerekli olan her şeyi satın alabileceği dükkânlar vardı. Bakkal dükkânlarının
yanı sıra manifaturacı, tuhafiyeci, demirci, ayakkabı onarıcısı, zaman zaman
açılıp kapanan fırın, kıraathane, elektrikli değirmen, bıçkı atölyesi, terzi de
halkın hizmetindeydi. Ayrıca cuma günleri et satan seyyar kasabımız da
bulunmaktaydı.
Köyümüzün ilkokulu, çevre köylerden gelen öğrencilerin de
okuduğu bir eğitim kurumuydu. İlkokulun olması, köyümüzün merkezi konumunu daha
çekici yapmaktaydı. Daha sonra ortaokul da açıldı. Böylece çevre köylerde okuma
olanağı bulamayan birçok çocuk, ortaokul eğitimine başladı burada.
Sanırım 1965 yılıydı. İlkokula yeni başlamıştım. Köyümüze
sağlık ocağı yapımına karar verildi. Arsa, kolayca bulundu. Köyümüzün iğnecisi
Berberoğlu Ramiz, bu konuda güçlük çıkarmadı. Sağlık ocağının yapısı için ihale
yapıldı il merkezimiz Trabzon’da. İhaleyi köylümüz olan yüklenici Koyanoğlu
Şevki (Öztürk) kazandı. Hemen işe girişildi. Temel kazısı, o yıllarda insan
gücüyle yapılırdı. Teknoloji, henüz yaşamımıza egemen olmamıştı.
İki ayrı yapı yapılacaktı. Büyük olanı hizmet yapısı olacaktı.
Daha küçük olanı ise sağlık ocağı çalışanları için lojman…
İşçiler bulunup getirildi. Köyümüzden de çalışanlar vardı az
da olsa. Temelleri kazan işçilerin çoğu, Erzurumluydu. Erzurumlu işçiler,
sabahtan akşama dek kan ter içinde çalışırlardı. Arsanın kıyısında kalmış ağaçlar
kesilip kökleri sökülüyordu. Akşam olunca işçiler, dinlenmeye çekilirlerdi. O
arada kendi aralarında yemyeşil çimenlerin üstünde güreşe tutuşurlardı. İçlerinde
kilolu, göbekli bir kişi bile yoktu, ona yakın işçidin. Hepsi tazı gibi çevikti.
Bu güreşler, her akşam olurdu. Köyümüzün erkekleri ve biz çocuklar, onları
çevreleyip izlerdik. Hele birisi vardı ki hepsinin sırtını yere getirirdi. Kara
kuru biri olan bu kişi, çocuk dünyamızın kahramanı olmuştu bir anda. Adı
Hüseyin’di.
Köyümüzde boylu boslu, güçlü kuvvetli gençler, orta yaşlılar
vardı. Bazı özgüvenli, atak gençler ortaya atıldılar. Bizim kahramanımız olan
Hüseyin, karşısına çıkanı tuttuğu gibi sırt üstü yatırmaktaydı. En sonunda
köyümüz iri yarı bir delikanlısı ortaya çıktı. O ufak tefek adam, dev cüsseli
köylümüzü tutup kavradığı gibi yere yatırdı. O cüsseli delikanlının yere düşmesi
kökünden kopan bir çınar ağacının yere devrilmesi gibiydi O, yerde şaşkın…
Hüseyin, alçakgönüllü… Elinden tutup kaldırdı onu yeşil çimenlerin üstünden.
Erzurumlu işçilerin yaşça büyükleri olan biri: “Arkadaşlar
üzülmeyin. Hüseyin iyi bir pehlivandır. Onun sırtı kolay kolay yere gelmez.
Memleketimizde de onu yıkan yok! Çünkü o, oyun bilir.” diyerek yenilenleri
teselli etti.
Biz de ilk kez kontrol edilemeyen kaba gücün bir işe
yaramadığını öğrendik. Demek ki insan kendi bedenini eğitebilir, gücünü doğru
kullanabilirmiş. Her işin bir tekniği, ustalığı var, güreşmenin de.
Temeller, bizim çocuk boyumuzu aşmıştı. Biz çocuklar için
orası bir oyun alanıydı. Temellerin içinde saklambaç oynardık arkadaşlarımızla.
Kimi zaman da saklanırdım oraya, babam beni bulsun diye. Babamın ayak seslerini
işittikçe başka yöne kaçardım. Babam da bıkmaz, bu oyunu sürdürürdü
dakikalarca. Nerdeyse her gün bu oyunu yinelerdik. Temelin yükseleceği upuzun
hendeklerin yanları, ıslak olduğu için çamurluydu. Saklanırken sağa sola
değerdim ve üstüm başım çamura bulanırdı. Killi toprağın sapsarı çamuru,
giysilerimin rengini değiştirirdi. Hendekten çıktığımda tanınmaz olurdum
neredeyse. Babam kızmazdı bu duruma. Eve gittiğimizde annem anlardı durumu. Babamla
oynadığımızı düşünür ve mutlu olurdu. Hemen giysilerimi değiştirip temizlerini
giydirirdi.
Ne zaman ki temel kazısı bitti ve temeller önce demirle sonra
da betonla dolmaya başladı, bizim saklambaç oyunumuz da sona erdi.
Sağlık ocağımız yapılıp hizmete açıldı. İlk olarak bir ebe ve
sağlık memuru atandı. Sağlık memurumuz, çok becerikli biri olduğundan
köylülerimiz ona “doktor” diye seslenip saygı gösterdiler. Daha sonra doktor da
geldi sağlık ocağına. Ancak Sağlık Memuru Kemal Bey, yine de “doktor” olarak
çağrıldı.
Yaşamımızda ikinci kez farklı bir kültürle iç içe olmuştum.
İlk kez Denizli’yi tanımıştım. Annemin ata topraklarının engin kültürünü
içselleştirmiştim. İkinci olarak da Erzurumlu işçilerle karakucak güreşinin
inceliğini öğrendim. İnsan, farklı kültürleri tanıdıkça olgunlaşmakta.
Büyükşehir yasasının çıkması ve köyden kente yapılan göçlerle
sağlık ocağımız kapandı. Ardından ortaokul ve ilkokul da onu izledi. Köyde ne
gübre kokusu var ne de horoz sesi. İneği, tavuğu olmayan bir köyümüz kaldı
geriye. Köylülerimiz; sütü, yoğurdu, tereyağını da yumurtayı da marketten
almaktalar artık. Yalnızca bunları mı? Doğaldır ki hayır! Ne mis kokulu
hıyarlıklar, kabaklıklar ne de fasulye ve mısırın ekilip biçildiği toprak kaldı. Bahçe
ve tarla kıyılarını kuşatan ağaçların yerinde yeller esmekte. Ev avlularına
baharı, bereketi getiren meyve ağaçları anılarımızda bir soluk yaprak olarak uçuşmakta
düşlerimizde.
Adil
Hacıömeroğlu
16
Haziran 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder