Kadınların giyimi kuşamı, sosyal yaşamdaki yeri, üretime ne
denli katılacağı, okullara gidip gitmeyeceği, devlet görevinde olup olmayacağı çok
eski zamanlardan beri tartışılagelir.
Kadın, köleci toplumdan başlayarak metalaşmaya başladı. Köle pazarlarında
tıpkı erkekler gibi alınıp satılan bir mal durumundaydı. Feodal toplum
biçiminde bu durum değişmedi. Kadınlar batıda derebeylerin, doğuda toprak
ağalarının malı oldu. Bu dönemlerde “kadın özgürlüğü” kavramını düşünüp dile
getirmek olanaksızdı. Böyle bir düşünceyi dile getirmek, dinden çıkmak olarak
algılanacağı için öldürülme nedeniydi. Feodal-din toplumlarının neredeyse hepsinde
durum aynıydı. Toplumun bir yarısı; sosyal yaşamdan, üretimden, insanlıktan
uzak bir yaşama zorunlu kılınmaktaydı.
“Osmanlıda Türk kadınının durumu ufak tefek değişiklik
görmekle birlikte genel olarak kentlerde örtülülük ve erkekle temassızlık,
köylerde ise köye yabancı olanlar karşısında bulunulmadıkça az çok açıklık ve
serbestlik durumudur. Bazen Üçüncü Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa veya
Abdülaziz devirlerinde kentlerde kadınlar nispi bir serbestlik elde
edebilmişlerse de bu uzun sürmemiştir ve bu durumdan faydalananlara “ahlaksızlık”
damgası vurulmuştur. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt I, Kısım
II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Dördüncü baskı, 1991, Ankara, sf. 46)”
İnsanların erkek ya da kadın olsun giyimlerinde yaşadıkları
coğrafyanın ve iklimin etkisi belirleyici. Bahçe ve tarlada çalışan kadın,
çarşaf giyemez. Çünkü çarşaf çalışmak için uygun bir giysi değil. Çalıya
çırpıya takılır, kişinin devinimlerini engeller. Onun gücünü azaltıp çalışanı
yorar. Bağ bahçe, tarla işlerinde şortla da çalışılmaz. Börtü böcekten korunamaz
kadın böyle bir giyimle. Ayrıca çalı çırpı, insan bedenine zarar verir.
Çiftçilik yapan, aile üretimine katkıda buluna kadın; hamurunu yoğururken, ineğini
sağarken, koyununun yününü kırkarken, buğdayını elerken, sebze ve meyvesini
çapalarken, ürününü toplayıp taşırken, yemeğini pişirirken, pazarda
ürettiklerini satarken peçe takamaz. Çünkü peçe, onun soluk almasını, görmesini
engeller. Bu da işlerini yarım yamalak yapmasına neden olur. Bu nedenle
kentlerde çarşaf, peçe gibi giysiler giyen kadın, kırsal alanda kentli hemcinslerine
göre daha özgürdür. Zaten eskiden de günümüzde de kadın giysileri kentten
kırsala doğru bir yol izlemiştir. Tarikat ve cemaat gibi dinsel aşırılıkların,
örgütlenmelerin merkezi ve örgütlendikleri yerler hep büyük kentler olmuş.
Çöl ve çevresinde yaşayan erkek ya da kadınların giyimleri
neredeyse aynıdır. Kum fırtınalarından, kavurucu sıcaktan korunmak için baş
sıkı sıkıya örtülür. Ağız, burun, kulak gibi delikler iyice kapatılır. Bu
önlem, kum fırtınalarında kum tanelerinden korunmak için. Ayrıca tehlikeli
uçucu böceklerden de sakınmak gerek. Giysiler, bedene oturmaz ve geniştir. Bu
da sıcaktan korunmayı sağlar. Ülkemizin güneydoğusunda yaşayan yurttaşlarımızın
bir kısmı da böyle giyinir. Yöresel olarak adlandırabileceğimiz giysileri
coğrafya, iklim, çalışma yaşamının koşullarını hiçe sayarak bir dinin giyimi
olarak benimsemek ya da benimsetmek yaşama uymaz.
“Aktöre (ahlak)” her topluma, döneme göre değişir. Dünün aktöresel
kuralları, bugün çoğu kişiye gülünç gelebilir. Yine bazı toplumların aktöre ile
ilgili davranışları ve bakışları, başkalarınca gereksiz olarak algılanabilir. “Aktöre”
toplumsal gereksinmelere, geleneklere, genel kabule ters olmamalı. İnsan
yaşamını, doğasını, özgürlüğünü, üretkenliğini zorla baskı altına almamalı. Bu
arada özgürlüğün de sınırsız olmadığını söyleyelim. “Benim özgürlüğüm, senin
özgürlüğünün başladığı yerde biter.” sözü, özgürlük sınırımızı en iyi
tanımlayan tümcedir.
“Softalara, Zaman-ı Saadette kadınların böyle bir durumda
olmadıkları, mesela Peygamberin eşi Ayşe ve kızı Fatma’nın erkek topluluklarında
bulunup görüşme ve tartışmalara katıldıkları söylense: ‘Onlar üm-mül
Müslimin, yani Müslümanların anası sayılırlar, devrimiz fesat devridir, kadınlarımız
için bu caiz olamaz’, derlerdi. Erkekle kadının bir cemiyette bulunması erkekleri
nezakete alıştıracağı gibi kadınların da aydınlanmalarına bu sayede çocuklarını
daha iyi yetiştirmelerine yardım eder dense: ‘Öyle şey olmaz, ihtimal-i kaza
kazadır, arada bir kaza çıkabilir, namus her şeyden önce gelir’ derlerdi.
Kadınlarımızın örtünmesi şeriatın emrettiği ölçüyü çok geçiyor denilse: ‘Esas
emir örtünme olduğuna göre o istikamette mübalağa ancak sevap kazandırır’, derlerdi.”
(Aynı yapıt, sf. 46)” Görüldüğü gibi dinsel bağnazlık, Hz. Muhammet dönemindeki
sosyal yaşamı bile kabullenmez, onun bile gerinde kalmışlar. İslam dininin Peygamberinin
eşi ve kızına tanıdığı özgürlüğü, kendi eş ve kızlarına uygun görmezler. Bu, ne
acıklı bir bakış açısı ve düşünüş?
“Başka bir yerde de andığımız gibi Şeyhülislamın başkanlığında
toplanmış bir komisyon kızlar dokuz yaşını geçince ‘müştehabih’ yani iştaha
kabartıcı olduklarından o yaştan sonra okula gitmelerinin caiz olmadığı ve
Dar-ül Muallimatların (kız öğretmen okullarının) kapatılması gerektiği yolunda
bir karara varmıştı. Ancak Abdülhamit bu kadarını uygulamayı doğru bulmamıştır.
(Aynı yapıt, sf. 47)” Kadınları, kız çocuklarını yalnızca cinsel bir nesne
olarak görmenin günümüzdeki karşılığı sapıklık… Böyle düşünenlere sormak gerek:
Anneleriniz yalnızca cinsel bir nesne midir? Onların size öğrettiklerini, çocuklarına
gösterdikleri sevgi, saygı ve özeni, aile içinde üstlendikleri işleri, burada
sayamayacağım ölçüde çok fazla olan annelik görevlerini nasıl açıklayacaksınız?
Bir annenin çocuklarına yaptıklarının parasal karşılığı yoktur, bunu ölçecek
bir para da henüz icat edilmemiş. Unutmayalım annelerimiz de bir kadın. Kendi
annesine tutsaklığı uygun gören bir düşünüş, sağlıklı sayılamaz.
“Abdülhamit devri ilerledikçe İstanbul’da hele yüksek sayılan
tabakada birden çok kadın almak göreneği hemen hemen ortadan kalkar. Bunu
yapanlarla alay bile edilirdi. İstanbullu kadınlar da buna tahammül etmez
olmuşlardı. Taşralı, hele Anadolulu kadınlar henüz bu seviyeye gelmemişlerdi.
Ancak oralarda İstanbul’un aksine olarak en çok yüksek tabakadan sayılan eşraf
ve zenginler birkaç kadın alırlardı. (Aynı yapıt, sf. 49)” Kadın haklarının toplumda
karşılık bulmasıyla çok eşlilik giderek yok olmaktaydı Osmanlı toplumunda.
Tarihsel, toplumsal gelişmenin karşısında hiçbir güç, hiçbir bağnaz düşünce
sonsuza dek ayakta duramaz. Gelişmenin güçlü yeli safsatayla kurulan karton yapıları
darmadağın eder.
“Bir yiğide bir yar yeter/İki seven deli olma mı?”
dizeleriyle yıllar öncesinden çok eşli evliliği reddeden Karacaoğlan ne güzel söylemiş.
İşte, halk bilgeliği bu.
“Bil şunu inkara yoktur ki mecal/Bir gerek alemde nisvan-ü
rical” diyen ünlü şairimiz Abdülhak Hamit’in bu yürekli dizeleri, günümüzde de
ışık saçmakta toplumumuza.
Yüzyılımızın halk ozanı Neşet Ertaş ise “Kadınlar insandır,
biz insanoğlu” diyerek görmeyen gözlere, işitmeyen kulaklara, konuşmayan dillere
seslenmekte.
Atatürk’ün kadın haklarını yasalaştırarak kadınlarımıza hak
ettikleri toplumsal değerin verilmesini sağlaması, dünyanın birçok ülkesine yol
gösterdi. Zaten Türk kadını tarihinin ilk döneminde hakan olarak örnek olmadı
mı dünyaya?
Adil Hacıömeroğlu
8
Haziran 2023
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Orhan Gazi’nin eşinin hareketleriyle sosyal yaşamı ile Cengiz devri’nin hatun unun durumları birbirine benzer .Sultan elçi kabul eder misafir ağırlar harem yoktur yüzler kapalı değildir Fatih devrine kadar örtünme yoktur örtünme ve harem Bizans’la temastan sonra adet olmaya başladı bu tür adet ve gelenekleri İran ve Bizans Sarayı’ndan bizeaktarırlar. Kadın özellikle büyükşehirlerde ayrı bir statüye sokulmuştur .Buna rağmen taşra ,kasaba ve şehirlerde ,orta halli fakir ailelerde kadın ,erkek ilişkisi daha doğal bir havadadır. Köylüye gelince ekonomik şartların da tesiriyle Orta asyadan çıkmadan önceki geleneklerini koruyan köylü kadını imparatorluğun bünyesinde kocasıyla her işi bölüşmektedir. Tarıma ilaveten evde halı kilim ve kumaşına kadar dokur. Üretimini sürdürür .Kadın erkekle aynı koşullarda tarladadır,iştedir örtünme ihtiyacı duymaz .Konar. göçer yaşamındaki toplumlarımız ise Ortaasya’daki aslımızı daha da muhafaza edebilirmişlerdir.Gerileme devrinde sarayda başlamış bulunan karmaşık harekette sonucunda kadına olan bağnazlık artar.Kadının bütün özgürlükleri gittikçe kaldırılmaktadır.Dönemin son yıllarında,kadına ait fikir hayatı daha canlanır .Tevfik Fikret, Atatürk’ün çok sevdiği ve sık sık tekrarladığı meşhur mısralarını bu sırada yazar:
YanıtlaSil“Elbette değil nasibi mezellet kadınlığın”
Elbet sefil olursa kadın , alçalır beşer”Yine şairin bu konudaki şiirlerinden”kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum etmiştir..Hüsranına ağlasın “diye başlayan sunuşu kızlarımızın okutulmadına ışık tutar.Adil hocam sağolun anlatımınız nasıl bugünlere geldiğimizi hatırlatan, tarihimizi bilmemizin değerini anlamlandıran güzellikte kaleminize ,yüreğinize sağlık.Esen kalınız🙏🏻🍀👩Fulya Kırımoğlu