NEREDEN, NEREYE?


        Bazı televizyonlarda, sokak röportajları yapılmakta. Giyim alışverişleri konuşulmakta bu röportajlarda. Sorular, hep aynı doğrultuda. Tüketimi kışkırtıcı, artırıcı...

        Moda denen ve toplumu bir virüs gibi saran akım, ne yazık ki insanları hızla tüketim çılgınlığına sürüklemekte. Dünyanın birçok yerinde toplumlar, moda virüsünün etkisi altında. Tüketim çılgınlığı, toplumun ortak kaynaklarını, değerlerini yok etmekte. Bu durum, büyük bir savurganlık yaratmakta. İnsanların yaşam gereksinmelerinin çok üstünde bir tüketimde bulunması, sınırlı olan dünya kaynaklarını hızla tüketmekte. Bu da insan ve diğer canlıların gelecekteki yaşamını tehlikeye düşürmekte. Özellikle varsılların bu tüketim çılgınlığında başı çektiklerini belirtmeliyim. Bir yanda bir lokma ekmeğe muhtaç insanlar yaşarken bir yanda da sofrasına gelen yiyeceklerin çoğunu çöpe atan, giydiklerini eskitmeden gözden çıkaranlar bulunmakta.

        Sokak röportajlarında mikrofon uzatılanların çoğu kadın. Konu giyim olunca ve de mikrofonu görünce çoğunun dili çözülmekte. Mikrofona konuşanların önemli bir kısmı gençler… Birçoğu: “Bir giysiyi bir kez giyince sıkılıp giymiyorum bir daha.” demekte üç aşağı beş yukarı.

        Giysi; örtünmek, doğanın ve iklimin olumsuzluklarından korunmak için giyilir. Bu, birinci gereklilik… İkincisi ise giydiklerimiz temiz olmalı. Üçüncüsü ise giydiklerimiz bize yakışmalı, beden ölçülerimize uymalı.

        Peki, mikrofonlara konuşan kadınlarımız, niye sıkılırlar giysilerden? Toplumları, sürekli reklamlar ve topluma öncü olarak gösterilen dizi oyuncuları aracılığıyla tüketim bombardımanına tutmanın sonucu bu. Reklamlar: “Tüket, tüket, tüket!” diye bağırmakta. Bu bağırış; reklamın görüntüsü, müziği, konuşması, rengi, kullanılan nesneleriyle izleyenleri tüketim için kışkırtmakta.

        Moda, öylesine dayatılıyor ki insanlara; modaya uymayanlar, kendilerini toplum dışına itilmiş sanmaktalar. Hatta çoğu kişi, modaya uymayla çağdaş olmayı aynı kefeye koymakta. Bu da düşünce ve davranıştan yoksun sığ bir çağdaşlık(!) ortaya çıkarmakta. Moda yoluyla toplum, egemenlerce istedikleri yöne doğru yönlendirilip biçimlendirilmekte. Bu; siyasete, kültüre, sanata, spora, insan ilişkilerine, eğitime de yansımakta ne yazık ki. Aslında bu durum, demokrasinin önünde en büyük tehdit. Çünkü bireyler, kendi özgür iradeleriyle değil de bir egemen gücün yönlendirmesiyle düşünmeye zorunlu kılınmaktalar. Kafalardaki düşünceler kişilere özgü değil, egemenlerin istedikleri. Egemenler, belli bir giyim biçimini dayatırken istedikleri düşünceleri de kişilerin kafalarına sokuyorlar modayla.

        Biz, iki dünya savaşı görmüş bir kuşağın torunlarıydık. Dünya savaşlarını yarattığı kıtlık, yoksulluk, yoksunlukları yaşayan anne ve babaların çocuklarıydık. Bir toplu iğnenin değerini çok küçük yaşlarda öğrendik. Gereksiz bir tüketimin tüm topluma zarar vereceğini büyüklerimizin davranışlarıyla belledik. Çocukluğumuzda bencillik ve bireysellik toplumu sarıp sarmalamamıştı henüz. Devletçiliğimiz, emperyalizmin liberallerince yok edilmemişti. Sümerbank ürünleriyle giyinirdik.

        Devletçiliğimiz ayakta olduğundan toplumsal dayanışmamız da üst düzeydeydi. Bu dayanışma, aslında aileden başlardı. En büyük kardeştim. Benden küçük iki erkek kardeşim vardı, üç de kız kardeşim. Ben ve kız kardeşlerimin büyüğü olan rahmetli Hürriyet’e alınırdı ilk giysiler. Hep bedenimizden biraz büyüktü giysilerimiz gelecek yıl da giyelim diye. Alınan giysileri özenle giyerdik. Bir yanı yırtıldığında çok üzülürdük. Çünkü o giysiler, bize küçük geldiğinde küçük kardeşlerimiz giyerdi onları. Bu nedenle giysileri iyi koruyup aile bütçesine katkı yapmak gerekiyordu bu yolla. Küçük kardeşlerimiz, yeni giysileri kırk yılda bir görürlerdi bayramda seyranda.

        Okuldaki ders kitaplarımız ikide bir değişmezdi. Bana alınan kitapları, iyi kullanırdım alt sınıftaki kardeşlerimde yararlansın diye. Aynı kitaplarla dört kardeş okulları bitirdik. Babama, köy enstitüsünde armağan edilen Türkçe Sözlük, yıllara meydan okudu elden ele geçerek. Yine babamın öğrenciliğinden kalma Büyük Atlas’ında öğrendik coğrafyayı. Benden küçük erkek kardeşim ergen olunca aynı gölekleri, pantolonları giydik çoğu zaman. Aramızda senin, benim yoktu! “Niye benim gömleğimi giydin?” diye de kavga etmezdik.

        Günümüzde her şey değişti. 24 Ocak 1980 kararlarıyla ülkemizin hem ekonomik düzeni hem de yaşam anlayışı değişti. Toplumculuğun yerini bireycilik, devletçiliğin yerini liberallik, dayanışmanın yerini ise bencillik aldı. Toplumsal kurtuluş rafa kaldırıldı. Onun yerine bireysel kurtuluş kondu. Son yıllarda yeniden toplumculuğa evrilmekteyiz. Devletçilik, gündeme gelmekte. Serbest piyasa ekonomisiyle yoksullaşan kitlelerin yaşaması için Atatürk’ün halkçı-devletçi sistemi gündemde.

        Moda denen illetten kurtulmalı insanlık. Tüketimi değil de üretimi desteklemeli. Üretim de dünyanın tümündeki insanların gereksinimi kadar olmalı. Her nimetin değeri bilinmeli. Dünyayı çöp kutusuna çevirme hakkı kimseye ve hiçbir egemen sınıfa verilmemeli. Bu nedenle çürümüş kapitalizmin tüketimi ve daha çok para kazanmayı amaçlayan medya saldırısına karşı savunma yapmanın zamanıdır.

        Emperyalist egemenlere, tüm insanlık olarak direnmeli. Onların para hırsına karşı dayanışma ve tutumluluğu öne çıkarmalı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       1 Haziran 2023

       

 

1 yorum:

  1. Cok şey değişti tv.lerde sanatcikalmadi saygısızca yırtık kotla popular türedi birde şunu hatirlatmaliyim birde şu gunler yok Babalar Günü anneler günü bütün bunlar emperyalizmin dayatması somuru düzeni bu en kısa sürede bunlardan kurtulmak dilegiyle

    YanıtlaSil