İnönü
Şehitliğinde yaşadığımız burukluğu üstümüzden atamadık bir türlü. Yol boyunca
usum hep şehitlikte. Bu topraklar, Osmanlının ilk var olduğu yer. Bir
imparatorluğun kurulduğu, soluklanarak büyüyüp kök saldığı coğrafya. Koca bir
çınarın küçük bir fidanken ona can suyu veren toprakları boydan boya geçmekteyiz.
Altı
yüz yıl sonra aynı topraklarda “Türk ulusunun makus talihinin yenildiği”
topraklar buralar. Türk’ün batı karşısında iki yüz yılı aşkın süre sürekli
gerilemesinin, askeri olarak direnememesinin tersyüz edildiği yerlerdeyiz. İlk kez
batılı emperyalistler, bir dirençle durduruldu. Türk ordusu, Osmanlı’nın
kurulduğu topraklarda kazandı utkusunu işgalcilere karşı ve yeniden umut derdi
bu topraklardan.
Hititlerin,
Friglerin, Kimmerlerin, Lidyalıların, Perslerin, İskender ordularının, Bitinyalıların,
Romalıların, Bizanslıların egemen olduğu; ardından Türklerin sonsuza dek yaşamakta
oldukları ve olacakları tarih kokan toprakları incelemekteyim yol boyunca. Tarih
boyunca bu topraklar için verilen kavgaları, boğuşmaları canlandırmaktayım
kafamda.
Bozüyük’e
yaklaştık. Kente uğramayı kararlaştırdık. Üstelik acıktık da. Oldum olası bu
Cumhuriyet kentini sevmişimdir. Önceden köy, sonrasında bucak merkezi olan
Bozüyük, 1926’da ilçe oldu. İlçe olmasıyla gelişti. Uygarlık göstergesi olan
fabrika bacaları tüter oldu ilçede. Cumhuriyet’in kalkınma, gelişme,
sanayileşme atılımlarının Anadolu’daki önemli merkezlerinden biri oldu. Bir toplumun
kent kurması çok önemli. Kentler kurmak, uygarlığın göstergesi. Cumhuriyet;
başta Ankara olmak üzere Batman, Bozüyük, Çumra, Karabük, Kırıkkale gibi küçücük
yerleşim yerlerinden kentler oluşturdu. Hem de çoğu sanayi merkezi…
Bozüyük’e
girdik. Öğretmenevine uğradık. Yemek yokmuş. Kent merkezine ilerledik. Cadde üzerinde bir çibörekçi gördü eşim yakınında
eğledi arabayı. Ben sevmem bu tür yitecekleri. Hem hamur hem de kızartma… Ancak
eşim, çok sever bu böreği. Ben de onu kırmamak adına kabul ettim. Temiz,
düzenli bir aşevi. Çalışanlar güler yüzlü ve üstleri başları pırıl pırıl.
Yiyeceklerimizi söyledik. Önce eşimle Atacan ayakyoluna gidip ellerini yıkadılar.
Onlar yokken yiyeceklerimiz ve ayranlarımız geldi. Yiyecekler geldiği anda eşim
ve Atacan da masaya oturdular, kolları sıvayıp yemeğe başladılar. Ayakyolundan
çıkıp ellerimi yıkmaya başladığım anda büyük bir farenin karşıdaki dolaba
girdiğini gördüm. Masaya geldiğimde eşim, yemeğini bitirmek üzereydi. Atacan da
tabağının yarısını yemiş ve doyduğunu söylemekteydi annesine. Ben, yiyemedim.
Zaten sevmediğim bir yemek ve bir de fareyi görünce ne iştahım kaldı ne de açlığım.
Üç çay söyleyip içtik. Hesabı ödedikten sonra kalktık. Fareyi gördüğümü
aşevindekilere de söyleyemedim. Çünkü söylesem Atacan’ın ve eşimin midesi
kalkacak.
Arabaya
binip yola düştük. Gezimizde farklı rotalar düşünmekteyiz. Bunları yolda
konuşuyoruz. Birincisi, Taraklı, Göynük ve Mudurnu’yu gezmek. Bir gece de Göynük’te
konaklamak. İkinci seçenekse İznik’e gitmek… Üçüncü seçenek hiçbir yere uğramayıp
doğruca İstanbul… İznik yol çatına geldiğimizde eşim, hiçbir şey demeden oraya
kırıyor dümeni. Bana dönüp: “Öğretmenevini ara, kalacak yer var mı?” dedi. Ben
de telefon numarasını bulup aradım öğretmenevini. Zor da olsa bir oda bulduk.
Yer bulunca rahatladık.
Bursa’nın
kokusu başka bir koku… İnsanı deli edip esrikleştirir. Bursa il sınırına
girdikten sonra uçsuz bucaksız meyve bahçeleri başlar. Toprak; zeytin, şeftali,
armut, erik, elma, üzüm ve insanın iştahını kışkırtan her türlü meyve kokar. Kamyonlar
dolu gidip dolu gelmekte. Toprak, toprak değil sanki bir bereket denizi. Dağı,
taşı ve ovasından bereket fışkırır. Bursa Ovasında yetişmeyen bir şey var mı acaba?
Arabamız
hızlı gitmiyor. Çevreyi iyice gözlemliyoruz. Camlarımız açık olduğundan
bereketin kokusunu içimize çekip dolduruyoruz. Yolculuğumuz, mutlu geçmekte.
Karnım
çok aç… Açlığımı yatıştırmak için arabadaki meyve ve salatalıklardan yemekteyim.
Derken İznik göründü. İvedilik göstermeden öğretmenevinin önüne gittik.
Arabamızı, sokağın kıyısına eğledik. İnip yukarı çıktık. Görevliyle tanıştık.
Ödememizi yapıp odamızın açkısını aldık. Sonrasında dışarı çıktık. Neredeyse akşam
olmak üzere. Zamanı iyi değerlendirmeli. Daha önce İznik’e birkaç kez gitmiştik.
Sevdiğimiz bir yer… Her gidişimizde bu tarihsel kenti gezme coşkumuz eksilmez,
artar.
Yol,
bizi I. Murat Hamamına (Halk, buraya “Meydan Hamamı” ya da “Eski Hamam” der.) götürdü.
Hamamı gezdik. Önünde fotoğraflar çekindik.
Hamamı
gördükten sonra geri dönüp Ayasofya Müzesini gezdik. Şu an cami olarak da kullanılmakta.
Akşam namazı kılınmaktaydı. Çevresi apaydınlık. Namaz sırasında içeri girmedik.
Dışarısını iyice gezip fotoğrafladık. Namaz bittikten sonra içeri girdik ve
doyumsuz, eşsiz bir yapıt karşısında hayranlığımızı gizleyemedik. Yapılışı, 7.yüzyıla
dek uzanmakta. Önce bazilika olarak yapılmış. Orhan Bey, 1331’de İznik’i alınca
camiye çevrilmiş. Mimar Sinan tarafından onarılıp yenilenmiş. 11 Ekim 787’de Patrik
Trasios yönetiminde 350 piskopos ve çok sayıda keşişin katılımıyla Yedinci
Konsül burada toplandı. Bu toplantıyla hem İznik hem de Ayasofya Kilisesi adını
dünyaya duyurdu. Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri sayılmakta kent. Ayrıca
İznik, Anadolu Selçuklu Devletinin ilk başkenti.
Ayasofya
gezimiz epeyce zamanımızı aldı. Esnafın çoğu kepenkleri indirmiş bile.
Kilisenin bulunduğu Atatürk Caddesinden Kılıçaslan Caddesine döndük. İznik Gölü
kıyısına inmek için. Yolun solunda temiz ve düzenli bir aşevi gördük. Efsane
Döner… Zaten iyice acıkmışız. İçeri girdik. Güler yüzlü bir adam bizi
karşıladı. Tanışıp adını öğrendim. Adı, Serdar Baki Katılmış… İstanbul’da, bir
firmada insan kaynakları sorumlusu olarak çalışıyormuş. Eşi, Ayşegül Hanım da
finans uzmanıymış. İki yıl önce ani bir kararla İstanbul’u da masa başı
görevleri de bırakıp İznik’e yerleşme kararı vermişler kendi işlerini kurmak
için. İznik’in tarihi, doğası bereketli toprakları ve gün görmüş insanları onlara
kucak açmış. Kurmuşlar bu dükkânı… Karı koca arı gibi çalışmaktalar burada.
Başka çalışanlar da var. Güzel bir kebapçı dükkânı. Bir aile ortamı
sıcaklığında. Dükkân havadar… Yemekler leziz… Yemekten sonra epey söyleştik çay
içerek. Serdar Bey, yerdeşim çıktı. Dedeleri Çaykaralıymış. Sonradan Bayburt’a
yerleşmişler. Çaykara’yı da Trabzon’u da çok fazla bilmiyor. Olsun, zamanla
öğrenir.
Açlığımızı
giderdik. Zaman da epey geç oldu. Serdar Bey ve Ayşegül Hanım’la vedalaşıp
sahile doğru yürüdük. Sahilde kısa bir tur attıktan sonra öğretmenevine döndük
uyumak için. Arabamızın yüklüğünden birkaç parça eşya alıp çıktık odamıza.
Sırayla duş alıp yattık yataklarımıza. Yattığımız yerden biraz televizyon
izledik. Haberleri dinleyerek dünyadan da gündem de kopmamış olduk. Bir süre
sonra televizyonu kapayıp uyuduk. Yarın gezilecek çok yer var, dinlenmek gerek
İznik’i adımlamak için.
Adil
Hacıömeroğlu
24
Ağustos 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder