15 Kasım 1979’da öğretmenliğe başladım Çarşamba Çınarlık
Ortaokulu’nda. Henüz 12 Eylül 1980 darbesi yapılmamıştı. Toplum, ortasından karpuz
gibi bölünmüştü sağcı, solcu diye. Birinin ak dediğine, diğeri kara demekteydi.
Ortaya konan, bir kör dövüşüydü. Kör dövüşü olunca da herkes havaya yumruk
sallamaktaydı.
Dönemin bölünmüşlüğü o denli derindi ki bu durum, dile bile
yansımıştı. Dilimizin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması için Türk Dil
Kurumu kurulmuştu Atatürk tarafından. Sağlıklı koşullar altında dosdoğru
düşünüldüğünde Türkiye’yi, Türk’ü, Türkçeyi seven herkesin omuz vermesi gerekmez
miydi TDK’nin çalışmalarına?
Ne yazık ki omuz vermedi birçok kişi. O dönemde TDK
yönetiminde Atatürk’ün çizgisini benimseyen aydınlar, yazarlar, öğretmenler,
öğretim üyeleri vardı. Toplumun bir kesimi, Atatürkçüleri solcu olarak
görmekteydi. Onlara göre de Atatürk’ün tam bağımsızlık çizgisinden yürümek,
komünistlikti. Çünkü tam bağımsızlığı savunduğunuzda ülkemizdeki ABD
çıkarlarına karşı gelmeniz gerekmekteydi. Nedense kendilerini “milliyetçi- muhafazakâr”
olarak niteleyen siyasal akımlar, ABD’yi özgürlüğün, demokrasinin merkezi
olarak görmekteydiler. O dönemde ABD için bir “Hür Dünya” sözüdür alıp
yürümüştü. O zaman sormazlar mı adama: “Siz, muhafazakârsınız da neyi muhafaza
etmeye çalışıyorsunuz?” Ne yazık ki eylemsel olarak muhafaza edilen, ABD
çıkarlarıydı. Karşı durulan ise ülkemizin tam bağımsızlığı… Çok küçük bir
azınlık, ne yapıldığının, neler olduğunun farkındaydı. Ancak büyük çoğunluk
cepheleşmenin, düşmanlaştırma siyasetinin toz duman tinsel, toplumsal ortamı
içinde bilmeyerek Türkiye düşmanlarını değirmenine su taşımaktaydı.
Beni en çok şaşırtan da kendilerini “Türkçü, milliyetçi”
olarak görenlerin dilde Türkçeleşmeye karşı çıkışlarıydı. Bir ulus diliyle var olur.
Dilin yoksa ulusal varlığın da olmaz. O zaman hangi ulusun milliyetçisi
olacaksın?
Sol kesim de karşıtlarından farksızdı. Ulusal sorumluluğunu
bilen bir kısım insan, olup bitenin ayırdındaydı. Önemli bir kısmı ise kör
dövüşünde bilinçsizce havaya yumruk sallama yarışındaydı. Bilmeden karşı
çıktıkları emperyalizmin “Böl, parçala, yönet!” anlayışına hizmet
etmekteydiler. ABD emperyalizmi, yurdumuzdan kovulacaksa bunu ulusal birlikle
yapabilirdik ancak. Ulusal birliği bozan her davranış, söylem ya da eylem
emperyalizmi güçlendirir oysa.
Kentler, kasabalar, mahalleler, caddeler, sokaklar, okullar
bölüşülmüştü. Her iki kesim de kendi kontrollerinde olan yerlere “Kurtarılmış
Bölge” demekteydi. Karşıt görüşlü biri, kurtarılmış bölgeye kazara yolu düşerse
ya öldürülür ya da ölünceye dek dövülür, anasından doğduğuna pişman edilirdi.
Her şey bölünür de dil bölünmez miydi? Elbet de bölünür... İnsanların
ağzından çıkan sözcüklere bakılarak onu siyasal görüşü anlaşılırdı. Sol kesim,
genellikle TDK’nin öncülüğünde oluşan Öz Türkçeciliğin yanındaydı. Dilimize
türetme, bileşme, derleme, tarama yoluyla kazandırılan sözcükleri
kullanmaktaydılar. Sağ kesimin ezici bölümü ise bu Türkçeleşmeye karşı
çıkmaktaydılar. Sözcüklerin Türkçeleri varken yabancı kökenlileri kullanmaktaydılar.
Okullarda dil konusunda en büyük ayrım, yazılı sınavlarda “yanıtlar”
mı, yoksa “cevaplar” mı yazılacağı tartışmasıydı. Aslında buna tartışma demek
yanlış, bu sözcükler üzerinden büyük bir kavgaydı yapılan. Sol görüşlü
öğretmenler, “yanıtlar” yazılmasını; sağ görüşlüler ise “cevaplar” denmesini
isterlerdi. Bu konuyu öğrenciye şiddete dönüştürenler de not kırmak gibi baskılara
kadar götüren öğretmenler de vardı. Bu durum, öğrencilerce bilindiği için onlar
nabza göre şerbet verirlerdi. Aslında eğitimde hiç olmaması gereken bir
ikiyüzlülük öğretmenlerin bilinçsiz tutumları, ideolojik saplantıları ve
körlüğüyle öğrencilere aşılanmaktaydı. Bu yolla öğrencilerin duyguları,
düşünceleri, bilinçleri bölünmekte ve kararsızlığa gömülmekteydi.
Çınarlık Ortaokulu’ndaki müdürümüz, din kültürü, ahlak bilgisi
öğretmeniydi. İslamcı çizgiyi savunurdu. Yazılı sınavlarda kazara “yanıtlar”
yazan öğrencilere bağırıp çağırır, kimi zamanda tokat atardı. Öğrenciler de
korkudan onun dediğini yapmak zorunda kalırdı.
TÖBDER’e üye olan bir arkadaşımız müdür yardımcısıydı. O ise
öğrencilere baskı yapmadan “yanıtlar” yazmalarını isterdi. Ben de TÖBDER
üyesiydim. Ancak derneğin yönetimiyle aramızda derin görüş ayrılıkları vardı.
Ben ve arkadaşlarım, o dönemin kör dövüşüne karşı çıkmaktaydık. Kardeşin, kardeşe
kırdırılması siyasetine gücümüzce karşı koymaktaydık. Bu nedenle halkı her
anlamda bölen davranışların, söylemlerin ve eylemlerin yanlışlığını anlatmaya
çalışmaktaydık dilimiz döndüğünce çevremizdekilere ve meslektaşlarımıza.
İlk yazılı sınavımı yapmaktaydım. Öğrencilerden biri parmak
kaldırıp söz hakkı aldı. “Öğretmenim, “yanıtlar” mı, “cevaplar” mı yazalım?” diye
sordu. “İstediğinizi yazabilirsiniz.” diyerek yanıtladım onu. Bir başkası: “Bu
iki sözcüğün arasında ne fark var?” sorusunu yöneltti. Ben de “Cevap, Arapçadan
dilimize girmiş. Yanıt ise Türkçe... Kökü ‘yan’ sözcüğü...” deyince bir diğeri söz
aldı: “Dersimiz Türkçe olduğuna göre “yanıtlar” demek en doğrusu.” diyerek tartışmayı
bitirdi. Bu konuşmanın benzerlerini diğer sınıflarımda da oldu. Sorun böylece
halledildi.
Bir sabah Samsun merkezden belediye otobüsüne bindim
Çınarlık’a gitmek için. Benden birkaç durak sonra okul müdürümüz bindi. Elinde Millî
Gazete vardı. Çocukluğumdan beri gazete okuma alışkanlığım var. Gazetenin siyasal
görüşüne bakmadan okurum. Bu alışkanlığım hiç değişmedi. Farklı görüşleri
bilmeden ahkam kesenleri sevmem. Bu nedenle her görüşü bilmeli. Her görüşün
doğruları da vardır. Zaten her yanlış içinde bazı doğruları barındırmakta. Bu,
diyalektiğin bir gereği. Gazetesini isteyince verdi. İlk sayfadan başladım
okumaya. Başyazıda “yanıt” sözcüğü kullanılmış. Cebimden kırmızı tükenmez kalemimi
alıp altını çizdim. Yazıyı bitirdikten sonra ona gösterdim. Okudu iyice. “Bakınız,
sizin çok beğendiğiniz gazete bile ‘yanıt’ sözcüğünü kullanmakta. Oysa siz bunu
kullanan öğrencileri çok üzüyorsunuz. Üstelik ‘yanıt’ sözcüğünün kaynağı Yunus
Emre. Onun şiirlerinden geçiyor.” dedim. Şaşırıp afalladı, ne diyeceğini
bilemedi. Özeleştiri yapacak ne gücü ne özgüveni ne de anlayışı, alışkanlığı
vardı. Yanlışından döndü mü? Hayır! İdeolojik saplantısı, insanlığının önüne
geçmişti bir kez.
Günümüzde “yanıt” sözcüğünü, sağcısı da solcusu da kullanmakta.
O kadar kavgaya, gürültüye, öğrencilere verilen üzünçlere değdi mi?
Adil Hacıömeroğlu
24
Ağustos 2023
Harika
YanıtlaSilTeşekkürler yazınız için. Bir dönemin ruh halini çok iyi yansıtmışsınız. Ben sorunun Türkiye'deki siyasi üslupta olduğunu düşünüyorum. Daha felsefi, daha kavramsal-soyut, daha sosyolojik ve kültürel bir dil yerine "Ahmet daha çok oy alır", " Mehmet daha karizmatik", "Haluk masa altından Şükran'ın bacağını okşamış, onun oyları da bize! " gibi sığ, magazinsel bir hödüklük siyasete hakim oldu. Üstelik kendisine aydın kisvesi veren gazeteci, yazar, sanatçı vs. eliyle. Halk da çocuk gibidir, duyduğunu değil, gördüğünü yapar. Sığlık topluma egemen olur bu gidişle. Onun için dil ve üslup sorunu belki en öncelikli çözmemiz gereken sorundur.
YanıtlaSilValla hocam benim iki ismin var.Ön adım Mehmet ikinci adım Devrim.Din sınavlarında hoca ismime bakıp not kirmasin diye yazılı kağıdının sol üst köşesine hep Mehmet yazardım.Bu ortaokul ve lisede hep devam etti.:)
YanıtlaSil