İlk görev yerim, Çarşamba-Çınarlık Ortaokulu… Oraya giderken
gerçekleştirmek istediğim büyük ülkülerim vardı. Aslında tam da istediğim bir
yerdi burası. Böylesi bir yere atandığım için kendimi şanslı görürdüm. Karşıma
çıkabilecek engellerin çoğunun farkındaydım. Çünkü köy enstitülü bir öğretmenin
çocuğuydum.
Babamın öğretmenliği sırasında karşılaştığı engellerin yakın
tanığıydım. Yalancı tanıklarla düşürülmek istendiği tuzakları bilmekteydim. Aynı
şeylerin benim de başıma gelebileceği aşağı yukarı belliydi. Yurdumuzun her
yerinde insan kişilikleri, bilinçleri, toplumsal bakış açıları üç aşağı beş
yukarı aynı. Her yerde iyilerin yanı sıra kötülerde var. Böyle olmasa yaşam
olmaz. Dileğimiz, iyilerin çok olması, topluma egemen olmaması…
Yaz dinlencelerinde köyümüzde yaşadığımızdan köyü iyi
bilirdim. Ayrıca kasabada geçti yaşamımın belli bir dönemi. “Alçak yerde
tepecik, kendini dağ sanır.” Atasözünün anlamını, yaşam içinde deneyimleyerek
kavramıştım. Her yerin egemenleri vardır. Küçük kişisel çıkarları için halkın
geleceğini, umutlarını yok eden küçük adamların varlığını çok küçük yaşlarda
öğrenmiştim.
Devlet gücünü arkasına alarak halkı sömürenleri de bilirdim.
Bu konuda dini kullananlar çoktu. Din bilgisi eksik olan yurttaşları; dinsel
hurafelerle, bazı uyduruk bilgilerle kandırmanın kolaylığına defalarca tanıklık
etmiştim çocukluk ve gençlik yıllarımda. Bu tür görevlilerin bu sömürüyü
yaparken çok aşırı göründükleri ve halkın içinden zayıf kişilikli bazılarını
kandırarak yanlarına çektikleri bilinir. Bu zayıf kişilikliler, güçlü
gördükleri ve din büyüğü saydıkları kişilerin masalarına oturup bir bardak çay
içmeyi büyük kazanç sayarlar. Kısacası, bir bardak çay uğruna kullanılırlar.
İşte, öğretmenliğe başladığım ilk günlerde beni bekleyen
engelleri fark ettim kolayca. Kimlerin bana tuzak kuracağını da tez zamanda
anladım. Bu nedenle ayağımı sağlam basmaktaydım. Yasa ve kurallara uyarak...
Okulumuzda Matematik öğretmeni Aysel Özyürek vardı. Dünya görüşlerimiz
çok uyardı birbirine. Onun da ülkemizle ilgili ülküleri vardı. Benden iki üç
yaş büyüktü. Boş zamanlarımızda söyleşirdik onunla. Bir gün satranç bilip
bilmediğimi sordu. “Bilirim.” dedim. Ertesi gün tavla sandığının cebe sığacak
kadar küçük bir boyutunda satranç takımı getirdi. Taşlar mıknatıslı olduğundan satranç
tahtasına yapışıyordu. Çayları doldurduk. Karşılıklı oturup satranç oynamaya
başladık. Çok geçmeden okul müdürümüz daldı öğretmenler odasına:
“Siz, ne biçim öğretmenlersiniz? Öğretmen odasında kumar
oynuyorsunuz.” diyerek bizi suçlamaya başladı. Aysel Hanım, kolay heyecanlanan
biri. Bu tür konularda kolay sinirlenir ve kendini savunamazdı. İnce, duygulu,
içli bir hanım olarak kaba saba birinin karşısında savunma yapması olanaksızdı.
O, sustu. Yüzü kırmızıya kesti. Neredeyse ağlayacak.
Ben, tüm sakinliğimi koruyarak: “Müdür Bey, bunun kumar
olduğunu nereden çıkardınız?” diye sordum.
O: “Taşlarla oynanıyor, tıpkı tavla gibi.” dedi.
“Bakın Müdür Bey, kumarı her şeyle oynarsınız isterseniz.
Ancak bunun adı satranç… Türkiye’de devletimize bağlı federasyonu var. Ülkemiz
satranççıları, uluslararası yarışmalara katılmakta. Futbol nasıl beden sporuysa
bu da beyin sporu.” diyerek savunmaya geçtim. Amacım, ona doğruyu anlatmak.
Müdür, beni dinlemedi. Gittikçe kızgınlığını artırdı. “Bu
oyun dinen yasak!” dedi işin içinden çıkamayınca.
“Bu konudaki bilgisizliğimi de bağışlayın! Müdür Bey, satranç
Kuran’ın hangi ayetinden yasak kılınmış, bunu bana söyler misiniz?” sorusunu
yönelttim ona.
O: “Sonra söylerim sana. Şimdi kaldırın bu kumar aracını
buradan. Bir daha görmeyeyim.” Tehdit ederek çekip gitti.
Ben oynamaktan yanayım. Çünkü haklıyım. Yaptığım işte bir
yanlışlık yok! Ancak Aysel Hanım didişmeye hazır değil, onun kırılmasını da
istemiyorum.
Aradan bir yıl geçti. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan
Sağlam imzalı bir genelge geldi okullara. “Türk çocuklarının ve gençlerinin zihinsel
gelişmesi sağlamak, strateji anlayışını geliştirmek için her okulda satranç
kolları kurulacak.” diye. Müdür Bey, genelge elinde öğretmen odasına geldi. “Hani
sizin oynadığınız bir oyun vardı ya, bakanlığın buyruğu var. Onun eğitici
kolunu kurmamız gerek. Bu işle sen görevlisin.” dedi. Bu sırada Aysel Hanım, ayrılmıştı
okulumuzdan. Anlaşılacağı üzere iş bana düşüyordu. O sıralarda sıkıyönetim
vardı. Müdür Bey de şikâyet edilmekten çok korkuyordu, çünkü açıkları vardı.
Zor, yoz inancı yenmişti.
“Olmaz Müdür Bey, yapamam. Çünkü kumar oynamak okullarda
yasak. Ben, kumar oynanmasına öncülük edemem. Hele öğrencilerimi kumara
alıştıramam.” dedim.
Kaşlarını çattı. “Kumar değilmiş.” dedi.
“Benim müdürüm kumar dedi bir kez. O, yalan söylemez. Bir de
dinimiz kumar deyip yasaklamıştı bu oyunu?”
“Sen, şimdi bu işleri karıştırma. Satranç kolunu kur.”
“Tüm arkadaşların ve öğrencilerin karşısında benden özür
dilerseniz kurarım satranç kolunu. Çünkü benim ve öğretmen arkadaşımın kalbini
kırıp gönlünü yıktınız. Ayrıca şimdiye dek belki de öğrencilerimizin tümü bu
oyunu öğreneceklerdi. Diğer okullardan daha önce başladığımız için iyi durumda
olacaktık. Bizi engellediniz bilinçsizce.” diyerek karşılık verdim.
Benden özür dilemedi, öğrencilerden de. Satranç kolunu
kurduk; ancak her şeye para bulan müdür, iki takım satranç alacak parayı
bulamadı. Ben, kendi satrancımı getirip bazı öğrencilere öğrettim. Zaten çok
geçmeden benim atamam başka bir yere yapılınca bu iş suya düştü.
Bilinçsizlik, öngörüsüzlük, yozluk yüzünden yapacağımız
güzel bir etkinlik suya düştü. Gerçekleştirmek istediğim ülkülerimden biri, kör
inancın kurbanı oldu.
Adil Hacıömeroğlu
21
Ağustos 2023
Cehaletin hiç yakışmadığı üç tane meslek vardır. Öğretmenlik, doktorluk ve güvenlik kuvvetleri (askerlik, polislik). Günümüzde bu mertebeli, rütbe sahibi cehalette değişiklik var mı? Bir yazınızda bahsederseniz sevinirim hocam.
YanıtlaSil