15 Temmuz 2023 Cumartesi günü öğleye doğru Mürefte’den
ayrıldık. Böylece yazlıktaki yirmi iki günlük dinlencemiz sona erdi. Gelibolu
yolundayız. Yolun solundaki tepeler rüzgârgülleriyle dolu. Yolun her iki yanında bahçeler ve
tarlalar…Yer yer ormanlar girmekte tarla ve bahçelerin arasına.
Topraktan bereket fışkırmakta. Ülkemizin tüm olumsuz
koşullarına, siyasetçilerin yanlış yönetimlerine karşın Türk çiftçisi durmak,
yorulmak bilmeksizin üretmekte. Çoğu tarlalarda ikinci ürünleri ekme hazırlığı
var. Arpalar, buğdaylar çoktan ambarlara kaldırılmış bile. Bazı tarlalar da
deste deste saman balyaları görülmekte. Tarlalardaki anızlarla beslenmeye
çalışan keçi ve koyun sürüleri ilgimizi çekmekte. Ayçiçekleri henüz tam olarak
boy atmamış.
Meyve bahçelerinin bazılarındaki ürünler toplanmış. Elmalar,
armutlar dallardan göz kırpmakta. Bağlar, bakımlı… Bazı köylerden gübre kokusu
gelmekte. Bu, beni mutlu etmekte. Gübre kokusu varsa o köyde hayvancılık var
demek. Kokuyu aldıktan sonra sağıma, soluma bakınmaktayım. İnekleri, gölgede
yattıklarını ve geviş getirdiklerini gördükçe sevinmekteyim. Her gördüğümde
Atacan’a sesleniyorum, o da görsün diye. Yol boyunca hayvan görme yarışması
yaptık elindeki telefondan uzaklaşsın, oyun oynamasın düşüncesiyle. Ne yazık ki
çocuklar, doğayı tanımamaktalar. Köylerde ne yapıldığından haberleri bile yok!
Bu kez Bolayır’a uğramadık. Namık Kemal ve Süleyman Paşa’nın
gömütlüklerini göremedik. Onlarla düşsel bir yolculuk yapamadım. 1915 Çanakkale
Köprüsü’nün yapımını görmüştük. Bu kez üstünden geçtik. Bu da yolculuğumuzu
kısalttı. Çanakkale’yi geçtik. Ezine’de peynirci dükkânlarına baktık. Peynir
almaya niyetliyiz, ancak arabamızın yüklüğü küçük olduğundan koyacak yer yok!
Peynir almayı, başka bir zamana bıraktık.
Eşim, acıktığını söyledi. Ben de ona: “Ayvacık’ı geçtikten
sonra gözlemeciler var. Yayık ayranı da yapmaktalar. Orada karnımız doyurup hem
de dinlenelim.” dedim. O da kabul etti. Ayvacık’a girdik. Önümüze belediyeye
ait bir sosyal tesisin yazısı çıktı. Eşim, bu aşevine girmemizi söyledi. Kabul
ettim. İyi ki de görmüşüz burayı. Güzel bir yer ve temiz… Üstelik mimarisi
nedeniyle serin. Ahşap ve yüksek tavan, yapıya güzellik katmış. Gerçi serinleticiler çalışıyordu bir yandan.
Yöresel ürünler satılmakta ilçedeki kadınların ürettiği.
Yemeklerimizi yiyip çaylarımızı içtik. Azıcık dinlendik
yemek sonrası. Kazık yerine yemek yediğimiz için mutlandık. Oradan ayrılıp yola
çıktık. Birden önümüze Truva Tüneli çıktı, yaklaşık 18 kilometre. Ardından Asos
Tüneli… Birden kendimizi Küçükkuyu’da bulduk. Ayvacık Belediyesi’nin Sosyal
Tesislerinde yemek yemeseydik gözleme ve yayık ayranı düşüncemiz yaşama
geçmeyecekti. Çünkü tünel yolu kısalttı.
Sırasıyla Küçükuyu, Altınoluk, Güre, Akçay, Edremit,
Burhaniye, Gömeç’ten geçtik. Yol boyunca kıyıda yazlıklar üst üste. Her geçen
yıl, yapılaşma daha da artmakta. Buradakiler, denizde yüzmek için karayolunun
engellerini aşmaktalar. Her yerden de denize girilmiyor. Kıyı bazı yerlerde
insanların geçişine kapalı. Bir damla serinlemek için bunca eziyet çekilir mi?
Sıcak çok bunaltıcı… Arabamızın tekerlekleri döndükçe daha
güneye gitmekteyiz. Bu da sıcağı daha çok artırmakta. Sıcak, gizli bir düşman
gibi bedenimizi tutsaklaştırmakta. Bu durumda serin bir yel hem bedenin hem de
tinin otacısı. Sıcak, bizi terleterek eritirken yapılaşmanın çirkinliğinden söz
etmekteyiz. Bu arada konuşma konumuzu değiştiren soru geldi eşimden: “İnsanlar
büyük kentlerde sıcaktan bunaldıklarında niye daha sıcak yerlere giderek
serinlemek isterler?” Soru güzel… Yıllardır anlatmaya çalıştığım da bu. Rus,
Alman, İngiliz, İskandinavyalı, kısaca Kuzey Avrupalılar yaza, güneşe özlem
duymaktalar. Çünkü yaşadıkları coğrafya soğuk ve yağışlı. Ayrıca kışlar çok
uzun. Bizde öyle mi? Yurdumuzun neredeyse her yanında yaz boyunca yakıcı bir güneş
var. Atalarımız yazın yaylalara, serin yerlere giderlerdi yazın sıcaktan
bunalmamak için. Dinlence anlayışımızı da batılılara uydurmuşuz. “Yazın güneye
gitmeyelim, serin yerlerde dinlencemizi geçirelim.” diye diye dilimde tüy
bitti. Ne yazık ki derdimi kimseye anlatamadım. Bunların başında da eşim var.
Nerdeyse bir yıl öncesinden parayı yatırıp yer ayırtmakta güney illerimizden
birsindeki otellerden. Yani “Aba vakti yaba, yaba vakti aba.” atasözü uyarınca
davranmakta. Ben de el mahkûm gidiyorum bu otellere sıcak işkencesi çekip erim
erim erimeye. Şimdi de yolumuzun sonunda Bodrum var.
Akşam olmak üzereyken Ayvalık’a girdik. MEB’in Uygulama
Oteline gittik doğruca. Görevli, kalacak yer olmadığını söyledi bize. Tam da bu
sırada bir hanımefendi geldi. İki oda ayırtmışlardı, birisini iptal etti.
Böylece bize oda çıktı. Buna sevindik. Birkaç eşyamızı odaya taşıyıp dışarı çıktık.
Arabamızı Alibey Adası’nın içlerine doğru sürdük. Buraya gitmek de dönmek de
bir dert. Ada’nın yarısı otopark… Hepsinin önünde sıkışıklık ve sıra var.
Kıyıda köşede bir yerde eğleyip bıraktık arabamızı. Dolaşmaya çıktık. Her şey
ateş pahası… Yaratıcılık, özgünlük yok!
Alibey Adası’na hâlâ “Cunda” denmesi kanıma dokunmakta.
Bunun nedenini kaymakamlığa, büyükşehir ve ilçe belediyelerine, turizmcilere
bağlamaktayım. Tanıtımlarda, adlandırmalarda resmi kayıtlara bağlı kalınmalı. Öncelikle
bu adaya adı verilen Ali Bey kimdir? Bu sorunun yanıtı hem Ayvalık halkına hem
de oradaki işletmecilere anlatılmalı. Kendi tarihine yabancılaşarak
işletmecilik yapmaya çalışmanın memleketimize bir yararı olur mu?
Cunda Adası’na “Alibey” adını verilmesi, Yunan işgali
sırasında Ayvalık’taki 172. Alay Komutanı olan Ali Çetinkaya nedeniyledir.
Çetinkaya, 1878 Afyonkarahisar doğumlu bir yurtsever asker. Trablusgarp,
Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş Savaş’ında cepheden cepheye koşmuş koca yürekli bir
yurt fedaisi. Mondros teslimiyet anlaşmasından sonra yurdumuzun işgali söz
konusu olunca ilk harekete geçenlerden. 17 Mart 1919’da İzmir’de toplanan
Müdafaa-i Hukuk-i Osmaniye Kongresi’nin destekçilerinden. 29 Mayıs 1919’da
Ayvalık’ı işgal eden Yunanlılara karşı ilk direnişi başlattı Ali Bey. Bu
direnişe halkı da kattı. Bu direniş, Kurtuluş Savaşı’nın ilk düzenli
başkaldırısı, savunması sayılabilir. Bu direnişi bastırmak için İstanbul
Hükümeti telgraflar çekti, nasihat heyetleri gönderdi. Şimdi böylesi bir
kahraman askerin adının verildiği adayı, hala İtalyanca kökenli olan eski
adıyla anmak niye? Tarihimizden mi dilimizden mi utanıyoruz? (Geniş bilgi için
bakılabilir. Ali Çetinkaya, Askerlik Hayatım 1914-1922, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları)
Turistik yerlerde bir kültür istilası, dil kirlenmesi
yaşamaktayız. Nerdeyse işyerlerinin adlarının tamamı yabancı dilde. Türkçeden
bir kaçış var. Oysa Türkçe, anadilimiz. Anamızdan öğrendiğimiz dil. Anamızın
öğrettiği dil yerine, yabanın dilini benimsemek niye? Bir kişiye, anası yanlış
bir şey öğretir mi? Sen kendi anana değil de başkasının anasının öğrettiği dile
mi güveniyorsun?
Gün, geceye karıştı çoktan. Gece yarısı kalacağımız yere
döndük. Bu hengâme içinde karnımızı doyurmayı
unuttuk. Otelde çay vardı, yanımızda da bisküvi. Açlığımızı böylece
yatıştırdık. Sabah erken kalkmalıyız gidecek çok yol, gezilecek çok yer var.
Adil Hacıömeroğlu
5
Ağustos 2023
Ayvalık'te her tarihi yapının girişinde veya müzelerin girişlerindeki bilgilendirici yazılarda Ayvalık'ın Osmanlı döneminde özerk yönetildiği vurgusu hakim. Oysa Ayvalık denince akla Kurtuluş Savaşı'nın ilk örgütlü direnişinin gösterildiği yer gelmesi gerekmez mi?
YanıtlaSil